Dolayısıyla, Greta’nın sık sık tekrarladığı gibi her şeyi adlı adınca söyleyesek iyi olur: Krize kriz diyelim. Yıkıma da yıkım. Bu bizi çok rahatlatacak, stresten kurtaracaktır.
Her iki haftada bir, yeryüzünde bir dil sonsuza kadar yok oluyor. Yeryüzünde konuşulmakta olan yaklaşık 7 bin dilin en az yarısı, yüzyılın sonuna varıncaya kadar tamamen susmuş olacak.
Böylesine muazzam bir hızla yeryüzünden silinen diller üzerinde çalışan sanatçı Lena Herzog, “Son Fısıltılar” (Last Whispers) adını verdiği o şiirsel ve büyüleyici sesli/görsel “oratoryosu”nu New York’un ünlü MOMA’sında seyirci/dinleyicisine anlatırken, şöyle diyor:
“İnsanlık, yerli toplulukların yüzyıllardır dillerine ve kültürlerine kodladığı bilgiyi, çeşitli dünya görüşlerini ve dünya bilgilerini (kozmolojileri) kaybediyor. Kendimizi hiç aldatmayalım: Bu bir kitlesel yokoluştur.”
Ne var ki, bu muazzam kayıp ve felaket, mutlak bir sessizlik ve – dolayısıyla– aynı derecede mutlak ve derin bir kayıtsızlıkla karşılanıyor. Kimsecikler bu konudan bahsetmiyor bile.
Dünya dillerinin bu soykırımsal yokoluşundan daha da korkunç olarak, yeryüzünde tüm yaşam, olabilecek en büyük kayıp ve felakete doğru muazzam bir hızla sürükleniyor.
Dünyanın en kapsamlı ve yetkin bilim heyeti sayılan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), geçen sene sonlarında, tüm hükümetler derhal radikal tedbirler alma yoluna gitmediği takdirde, 12 yıl içinde dünyanın artık geri dönüşü olmayan bir yola gireceğini kesin bir dille dünya âleme ilan etti.
Şimdi Temmuz 2019 ve artık yaklaşık 11 yılımız kaldı. Radikal tedbir alınması şöyle dursun, bütün gözlem ve ölçüm istasyonlarından gelen veriler cehennemî gidişatın daha hızlanarak arttığını gösteriyor!
Dahası, bilim âleminin en yetkili topluluğundan gelen bu muazzam felaket uyarısı tamamen sağır kulaklara vuruyor; yine mutlak ve derin bir kayıtsızlık var ortada.
*İklim aktivisti Greta Thunberg.
İsveçli iklim aktivisti ortaokul öğrencisi Greta Thunberg, 11 ay kadar önce 15 yaşında tek başına başlattığı okul grevi şimdi Antarktika dahil dünyanın tüm kıtalarında milyonlarca okul çocuğunu içine alıp dev bir harekete dönüşmüşken, kendisinin kâinatın efendilerine yaptığı konuşmalardan derlenmiş “Kimse Değişiklik Yaratamayacak Kadar Küçük Değildir” başlıklı yeni kitabında şöyle diyor:
“Şimdi IPCC, 1.5°C limitini hedef almamız gerektiğini söylüyor. Bunun ne demek olduğunu ancak hayal edebiliriz biz. Beklersiniz ki, liderlerimizin her biri ve medya yalnız bundan bahsedecek – yoo hayır, hiç kimse bu konuyu ağzına bile almıyor.
"Sera gazlarının sisteme artık kilitlenmiş olduğundan, hava kirlenmesinin bir ısınmayı gizlediğinden, dolayısıyla fosil yakıtları yakmayı durdurduğumuzda bile ekstradan bir 0.5- 1.1°C ısınmayı garantilediğimiz konusundan kimse tek kelimeyle olsun bahsetmiyor.
“Her gün yeryüzünden yaklaşık 200 canlı türünün yokolduğu altıncı kitlesel yokoluşun ortasında olduğumuzdan bahseden bir allahın kuluna da rastlanmıyor pek...”
(Greta Thunberg, No One is Too Small to Make a Difference, Penguin Books, 2019, s.8 - 9)
Gerek özel gerekse devletlere ait dev petrol, kömür, doğal gaz şirketleri yeryüzünün en kârlı işini yokoluşa giderken de kesintisiz sürdürebilmek için hem önde gelen siyasi karar alıcıları yanlarına alıp orada tutmak, hem de medyanın ezici çoğunluğunu suspus etmek için siyasetçileri ve medyayı cepte tutmak, ayrıca yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük felaketi ve canlıların varoluş krizi hakkında kimsenin haberi bile olmasın diye inkâr mekanizmaları yaratmak üzere hatırı sayılır masraflar yapmaktalar.
Bu amaçlarına ulaşmada ne büyük bir başarıya ulaştıklarını görmek için televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde ve dergilerdeki yani bir bütün olarak medyadaki derin sessizliğe bir bakış ya da kulak atmak yeterli olacaktır.
Bu muazzam sessizlik kumkuması ile de yetinmiyorlar üstelik. Başta iklim olmak üzere tüm bu felaket gidişatının susturulmasının ötesinde semantik (dile ait) saldırılarda önemli bir silah olarak klişeleri kullanıyorlar ve yıllar önce tıpkı sigara şirketlerinin yaptığı gibi “şüphe tacirleri” olarak gerçeklere ulaşılmasını gene büyük başarıyla engelliyorlar.
İşte şimdilerde Guardian gibi “ana akımın dışında kalan” ender sayıdaki bağımsız medya organları, bu semantik saldırıya karşı çıkıyor, klişelerin yerine gerçek felaketin ifade eden terminolojiye geçmeye girişiyorlar. Birkaç örnek verirsek:
İklim değişikliği: İklim Krizi/İklim yıkımı
İklim değişikliği deyince, sanki kendiliğinden ve doğal bir değişim oluyormuş, bunun kömür, petrol, doğal şirketleriyle, otomotiv endüstrisiyle filan ilgisi yokmuş gibi düşünülüyor.
Dahası, zaten doğal dünyanın gidişatı bu yöndeymiş, karşısında yapılacak birşey yokmuş düşüncesi, duygusu hakim oluyor. Üçüncüsü, her yerde bu felaketten en az sorumlu oldukları halde, en çok darbesini yiyenler de, darbeyi vuran dev şirketler ve onları destekleyen hükümetler ve bankalar vb. görünmez oluyor.
Yoksul ülkeleri ve zengin ülkelerin yoksullarını öncelikle vuran bu olağanüstü varoluşsal felaket “Eh, ne yapalım, acı kader!” diye karşılansın, sineye çekilsin isteniyor.
Oysa bu bir değişiklik filan değil, düpedüz yıkım; BM Genel Sekreteri’nin ismabetle söylediği gibi: Bir varoluş krizi.
Dolayısıyla, Greta’nın sık sık tekrarladığı gibi her şeyi adlı adınca söyleyesek iyi olur: Krize kriz diyelim. Yıkıma da yıkım. Bu bizi çok rahatlatacak, stresten kurtaracaktır.
Küresel Isınma: Küresel Isıtma
Isınma deyince, dev şirketlerin piyonlarının medyada boy gösterip anlattığı gibi bir aldatmacaya ortak olunuyor. Baş inkârcılardan ABD Başkanı Trump’ın sık sık twit attığı gibi, ısınma dediğiniz mevsimlerin tekrarı gibidir. Bir bakarsınız sıcaklar basar, bir bakarsınız ortalık donar.
O zaman da Trump ve şürekası birçok basın-yayın organı: “Bak işte ortalık buz gibi, hani nerede sizin küresel ısınmanız?” diye sorar. Sadece son 130-140 yıl içinde dünyanın cayır cayır yanmasına, deniz seviyelerinin şehirleri, ada ülkelerini yutacak korkutucu yükselişine sebep olanların 90 dev şirketten ibaret olduğu hiç bilinmemiş olur. Küresel ısıtanlar o şirketlerdir işte. Sizler bizler değiliz.
Bildiğimiz insan medeniyeti varoluş krizinin içine bodoslama girmişken, yeryüzünde yaşayan nüfusun yüzde 10’undan fazlasını oluşturan 700 milyon insan 2030’a kadar yani 20 yıl içinde susuz kalma tehlikesi gibi bir dehşetin içine düşmekteyken, bütün gıdayı yaratan en temel unsuru oluşturan böceklerin yüzde 40’ının yarım yüzyılda yokolmasıyla veya dünyada böcek sayısında yılda yüzde 2.5 gibi muazzam bir düşüş oranı ile resmen “böceKıyamete” gidilirken bu durumlara bir “değişme” ya da “ısınma” olayı olarak bakmak, safdilliğin ötesinde bir ahmaklığa işaret ediyor olabilir mi acaba?
Greta Thunberg bundan 2 ay önce, 4 Mayıs 2019’da milyonlarca takipçisiyle paylaştığı bir twitter mesajında, bu terminoloji meselesini her zamanki zihin berraklığıyla olanca netlikte ortaya koymuştu:
“2019’dayız. Artık hepimiz “iklim değişikliği” demeyi bırakıp ona adlı adınca hitap etsek nasıl olur? İklim yıkımı, iklim krizi, iklim acil durumu, ekolojik yıkım, ekolojik kriz ve ekoloji acil durumu desek?”
Evet, Greta haklı, krize kriz, yıkıma yıkım, OHAL’e OHAL... Böyle desek çok iyi olur.
Biz Açık Radyo’da çoktan başladık zaten.
(Şair Can Yücel’in takipçilerinden sayılırız.) (ÖM/APA)
Açık Radyo (94.9) genel yayın yönetmeni, programcısı, kurucusu, çevre aktivisti. Gazete ve dergilerde yayın yönetmeni, yazar, editör olarak çalıştı. Doktora tezini "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi...
Açık Radyo (94.9) genel yayın yönetmeni, programcısı, kurucusu, çevre aktivisti. Gazete ve dergilerde yayın yönetmeni, yazar, editör olarak çalıştı. Doktora tezini "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Bireysel Başvuru Hakkı" üzerine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde yaptı (1977), aynı fakültede 13 yıl öğretim üyesiydi. Bilgi Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk dersleri verdi. Yayınlanmış kitapları arasında Migrant Workers and International Law (Ankara, 1985), Romanımla Sana Bir Ses… (Remzi Kitapevi, 1991) Rüzgâra Karşı-1 (1996) ve Rüzgara Karşı-2 (2001), Küresel Isınma ve İklim Krizi (Ümit Şahin sordu, Madra yanıtladı/2007), "Açık Yeşil - Teorisi ve Pratiği ile Bir Ekoloji Rehberi" (Ömer Madra, Ümit Şahin – Can Yayınları, 2019) yer alıyor.
Akademisyen Özge Öner'e İsveç'ten 'İnsani Çiçeklenme Ödülü’
Ülkenin önde gelen düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü'nün verdiği ödüle, ‘insan refahını teşvik eden’ entelektüel çalışmaların sahipleri layık görülüyor.
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
Cambridge Üniversitesi Ekonomi Doçenti ve Oksijen yazarı Dr. Özge Öner, İsveç'in saygın düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü tarafından verilen "İnsani Çiçeklenme Ödülü"ne layık görüldü.
Ratio Enstitüsü’nün, insan refahını artırmaya yönelik entelektüel katkıları onurlandırmak amacıyla verdiği bu prestijli ödül, bu yıl Öner’e takdim edildi.Ödülü, 2022 yılında bu ödülü ilk kez alan kurumsal iktisat profesörü Niclas Berggren’in elinden alan Öner için Berggren şöyle dedi:
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
2008 yılında Marmara Üniversitesi’nden iktisat lisans diplomasıyla mezun olan Öner, yüksek lisans ve doktora eğitimini İsveç’teki Jönköping Uluslararası İşletme Okulu’nda tamamladı. 2014 yılında "Retail Location" başlıklı doktora tezini sundu. Mekânsal iktisat alanındaki bu çalışması, akademik kariyerinin temel taşlarından biri oldu.
Bu alanda Jönköping’de çeşitli akademik kurumlarda görev alan Öner, 2018 yılından bu yana Cambridge Üniversitesi’nde araştırmalarına devam ediyor. Uzun yıllar İsveç’in önde gelen gazetelerinden Svenska Dagbladet’te köşe yazarlığı yapan Öner, Mart 2024’ten bu yana Oksijen gazetesinde yazıyor.
Ne kahraman ne kurtarıcı: Bir hekim, bir aydın, bir hak savunucusu
Kitap; Selim Ölçer’in emeğini, mücadele tarzını, TTB’ye katkılarını gelecek kuşaklara, genç hekimlere ve topluma aktarması bakımından, ayrıca TTB’nin yakın tarih hafızası açısından önemli bir kaynak.
Özen B. Demir ve Onur Erden’in “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım” söyleşisi, Dr. Selim Ölçer’in mütevazı, renkli, samimi, içten ve sahici kişiliğiyle bizi tanıştırıyor. Biyografi kitabı, akıcı ve sohbet havasında, nehir söyleşisi tarzında hazırlanmış; sürükleyici ve bir çırpıda okunacak bir kitap.
Kitapta ayrıca Şükrü Hatun ve Selçuk Mızraklı’nın sunuş yazıları ile Vecdi Erbay’ın İMC TV’de Diyarbakır Söyleşileri kapsamında 2013 yılında yaptığı söyleşi de yer alıyor.
Aile geçmişi ve politik bilincin oluşumu
Selim Ölçer, varlıklı bir aileden gelir. Annesinin ailesi bir tarafı toprak ağası, diğer tarafı şıh kökenlidir. Babası Adalet Partisi taraftarı; eve giren tek gazete Tercüman. Dindar bir ailede büyüyen Ölçer, ilkokul ve ortaokul yıllarında sağlam bir dini eğitim alır; Kur’an ve hadis okur, Ayet-el Kürsi’yi ezbere okuduğunu dile getirir.
Mehmet Ali Aybar Aybar’lı tarihi Türkiye İşçi Partisi (TİP), Mehdi Zana, Tarık Ziya Ekinci sayesinde Diyarbakır’da örgütlüdür. Selim Ölçer’in politik bilinci de TİP sayesinde şekillenir. İlk Doğu mitingi Silvan’da yapılır. Mehmet Ali Aybar’ın “Siz Kürt’sünüz, onun için eziliyorsunuz” sözü, Kürt kimliğinin oluşmasında etkili olur.
Anadili kişinin onurudur. “Kürtçe bilim dili değildir” savlarına karşın, anadilini tanıma, anadilde sağlık hizmeti sunma gibi gerekçelerle Mezopotamya Vakfı’nın kurulmasında ve Mezopotamya Tıp Kongresi’nin düzenlenmesinde aktif yer alır. Kürtlerin, “Başın sıkışırsa sırtını ya sağlam bir arkadaşa ver ya da dağlara,” deyişine uygun bir yaşam sürer. Gerek hekimlik pratiğinde, gerek insan hakları mücadelesinde…
Selim Ölçer’in akrabası olan Yusuf Azizoğlu (1917-1970) Silvan Belediye Başkanlığı, milletvekili, Sağlık Bakanlığı yapmıştır. Silvan’ın yetiştirdiği ilk hekimdir. Sonrasında Selim Ölçer gelir. Pek bilinmez ama sosyalizasyonun uygulayıcılarındandır. Onun Sağlık Bakanlığı (1962-1963) döneminde uygulanmıştır. Azizoğlu’nun müsteşarı olarak çalışan Nusret Hoca (Fişek), anılarında onu dürüst bir devlet adamı olarak anlatır.
Silvan, Ermeni yoğunluğunun olduğu bir ilçe. Bölgede birçok Ermeni köyü vardır. Orada bir şekilde kalmayı başaran, koruma altına alınanlar, yıllarca kimliklerini gizlerler. Nüfus cüzdanlarından İslam yazar. Silvan’da uzun yıllar kent sineması olarak kullanılan yapı, Ermeni cemaatine ait bir kilisedir. 1988 yılında camiye dönüştürülmüş. Bölgede birçok zanaat (dokumacılık, şalcılık), ticaret ve bağcılıkla uğraşırlar. Selim Ölçer’in annesinden dinlediği anekdot, 1915 olaylarını tüm çıplaklığıyla göstermesi açısından önemlidir: “1915’de Ali amcan Muş bölgesinde askerlik yaptı. Oradaki Ermeni köylerini yakarken, ertesi gün askerliği bitiyor. Son akşam gelmiş artık. Saat beşte askerlik bitecek. Son köyü yakarken orada bir kız çocuğuna rastlıyor, bir kız çocuğuna. Komutanına gidip diyor ki, ‘Benim kızım yok, izin verirsen ben bunu öldürmeyeyim, alıp götüreyim kendimle.’ Kimseye anlatmamak kaydıyla onaylıyor komutan…”
Özen B. Demir ve Onur Erden, Dr. Selim Ölçer: “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025, 272 sayfa.
Eğitim ve meslek yolculuğu
Selim Ölçer henüz 14 yaşında (1962) ayrılır Silvan’dan. Lise, tıbbiye ve uzmanlık eğitimi Ankara’da. Diyarbakırlı olduğu kadar Ankaralı. Dostluğa, barışa, demokrasiye inanan bir Kürt aydınıdır. Siyasi, mesleki mücadelesi Ankara’da. 68 kuşağından. Tıbbiye’de 1970’lerde Fikir Kulübü Başkanlığı yapar. Faşistlerin, dönemin Ülkü Ocakları Başkanı ve Osman Durmuş’un (1999-2002 Sağlık Bakanı) içinde olduğu bir grubun, Ankara Tıp Fakültesi Morfoloji binasına basarak Selim Ölçer’i bir kamyonete bindirip kaçırma hikâyesi var. 60’lardan 2000’lere kadar Ankara. 2000 sonrası tekrar Diyarbakır.
“Sempatizanlık ve aidiyet” olarak kendisini 68 kuşağı içinde 68’in devrimcisi olarak tanımlar. “Öyle yüksek teorik donanımı olan, militanlık yapan bir sosyalist olmadım,” diyerek de ilave eder. Kendisini sosyalizme hayranlık duyan, yönelimi olan, sol değerlere bağlı birisi olarak ifade eder. 68 kuşağı içinde yer almıştır ama 12 Eylül öncesi 78’in militan, örgütlü mücadelesi içinde yer almamıştır. 1977-80 KBB ihtisas dönemi, 1980-84 aynı klinikte şef muavini olduğu, mesleki konularda yetkinleşmeye yoğunlaştığı dönemdir.
Mesleğinde başarılı bir hekimdir. Açık rinoplasti denilen ameliyatı ilk kez kendisinin getirdiğini söyler. 1987 yılında Yugoslavya Zagreb’de bu ameliyatı öğrendiğini, sonra Türkiye’ye getirdiğini ifade eder. Meslek yaşamında hekim olarak yoksulun yanında yer almıştır. 2000’li yıllardan sonra döndüğü Diyarbakır’da açlık sınırında yaşayan yoksul insanlara yardım için kurulan Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği kurucuları arasında yer alır. Dernek 2016 yılında kapatılır. “Terör örgütüne yardım ve yataklık” suçlaması ile yargılandığı dava şu an Yargıtay’dadır.
Genellemelerden kaçınmak gerektiğini bilerek yazıyorum. Doğu toplumlarında duygusallığın öne çıktığını, peşinden sürüklendikleri “kahramanları, liderleri, önderleri” olduğunu söylesek çok da hatalı yargıda bulunmuş olmayız. Bu anlamda Batı toplumları daha rasyoneldir. Bir Kürt aydını olarak Selim Ölçer de, “Ben ne kahramanlara ne de kahramanlığa inanırım kardeşim. İnanmam. Bizler belki toplumun şöyle veya böyle önderleri olabiliriz, ufak tefek liderleri olabiliriz. Ama toplumun kahramanı, kurtarıcısı, bilmem nesi değiliz,” derken Batılı bir zihin dünyasını görüyoruz. Her ne kadar kendisi abiliği kabul etmese de, o Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarihinde saygın bir yeri olan abilerimizdendir.
Öbür yandan memleketi olan, çok kültürlü, çok kimlikli kadim şehir Diyarbekir’ın kültürel kodlarında da abilik vardır. Şair-yazar Veysel Öngören (1931-98), eski Diyarbakır Belediye Başkanı Mehdi Zana (1940-…), yazar, siyasetçi, hekim Tarık Ziya Ekinci (1934-2024) hekim Mahmut Ortakaya (1938-…), gazeteci, şair Ahmet Arif (1923-91) bunlardan sadece birkaçıdır. O, klasik sol jargondaki şeflik, abilik kültürüne uzaktır. Başkanlık kültürüne, kurtarıcılık anlayışına yatkın değildir. Bu nedenle ne kahramanlara ne de kahramanlığa inanır. Ama şurası bir gerçektir ki hekim hareketinde; 1986-90 Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı, 1990-95 TTB-MK Başkanı olarak yönetsel sorumluluklar üstlenmiş, TTB tarihinde bir döneme (1980-2000) damgasını vurmuştur. Övgüye ihtiyacı olmasa da, isminin anılması yakın tarih açısından önemlidir. Bu anlamda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun son dönem genel kurul konuşmalarıyla ilgili bir anekdotu kendisinden dinleyelim: “Her kongrede kalkar, Nusret Hoca’yı (Fişek) över, ‘Erdal Atabek şöyle yaptı’ der. Ata Soyer’leri zikreder… Bir tek defa bile ağzına almaz ismimi… Bu niye zor mesele?”
TTB ve ATO’da iz bırakan dönem
Ortak aklı öne çıkartan, katılımcılığı önemseyen, ortak üretme kültürüne yatkın birisi olarak, bir başkandan çok orkestra şefi gibi ATO’da ve TTB’de yönetsel görevler üstlenmiştir. Dostluğu, yoldaşlığı, birlikte bir şeyleri kurtarmayı önemser. Muhabbet adamıdır. Döneminde hekim mücadelesinde büyük işler başarılmıştır. Ama o, mütevazılığı elden bırakmaz.
80 sonrası ilk memur eylemi, 12 Eylül darbesine karşı ilk çıkış, hekimlerde ilk uyanış, ilk hekim hareketi, beyaz eylemler; onun ATO Başkanlığı döneminde hekimlerin oda çevresinde örgütlenmesiyle olmuştur. Muayene hekimleri bile bu eylemlere katılmıştır. Bakanlık önünde beyaz önlük atmalar, hastanelerde toplu nöbetler, sessiz yürüyüşler (1988)… 90 yıllarda eylem otobüsü ile Numune Hastanesi’nin önüne girmeleri, o dönemi yaşayanlar için hâlâ hafızalardadır. Dinamik, etiğe, sendikalaşmaya, demokrasiye ve insan haklarına sıcak bakan bir TTB’yi güçlü bir ekip olarak birlikte yaratmışlardır.
İskender Sayek’in katkılarıyla ilk kredilendirme kurulu kurulmuştur. Toplum ve Hekim daha canlı hale getirilmiş, Tıp Dünyası yayına başlamış, STED (Sürekli Tıp Eğitim Dergisi) çıkarılmıştır. UDEK (Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu) kurulmuştur. Katılımcılık ve kitleselleşme adına GYK, kol ve komisyonların kurulması, var olan komisyonların aktifleştirilmesi bu dönemdedir. Hekim mücadelesini insan hakları mücadelesinden ayrı düşünmemiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) kuruluş süreçlerinde yer almıştır.
*Dr. Selim Ölçer (Fotoğraf: TTB/X)
O, meslek odası çalışmalarında dinamik siyaset ile meslek aktivizmini dengelemiştir. Politik ama politize olmayan bir TTB’nin yaratılmasında katkıları büyüktür. Her olayda “hekimler bu işe ne der?” sorusunu aklından çıkarmamıştır. Nusret Hoca’ya olan saygısını, sevgisini her daim ifade eder. Selim Abi ve o döneme damgasını vuran herkesin söylediği “Nusret Hoca TTB’nin çok önünde bir insan” olmasıdır. Bir generalin oğludur ama gerek 12 Mart’ta gerek 12 Eylül’de darbecilere karşı durmuştur. Sosyalizasyonun mimarı, duayen bir hekim olarak idam cezasına ve işkenceye karşı tutumundan dolayı yargılanmıştır (1985).
Selim Ölçer; mecburi hizmet, uzmanlık ve meslek yaşamında onun öğretileriyle hekimlik yaptığını söyleyerek ona olan saygısında kusur etmez. 1986-90 yıllarında ATO çevresinde “çağdaş hekimler” olarak örgütlenen, daha mücadeleci, dinamik bir ekip ED-TTB’nin (Etkin Demokratik TTB / 1990) nüvesini oluştururlar. Ata Soyer’in mizahi anlatımıyla ekip; 68’den arta kalan, 78’den ucuz yırtan, 80 sonrası mezun olup hekimlik yapmak isteyenlerdir. “Nasıl bir TTB tartışmasına giriş” başlığı altında bir metinle ilkelerini, çizgilerini, yaklaşımlarını ortaya koyarlar. Nusret Hoca başkanlığındaki mevcut yönetim “Gerçekler bilinmeden hayal bile kurulamaz” adlı bir metinle tartışmaya katılır. Daha genç ve dinamik olan Selim Ölçer ekibi bir heyet oluşturarak (Selim Ölçer, Şükrü Hatun, Okan Akhan, Füsun Sayek, Eriş Bilaloğlu, Recep Akdur) “Sensiz bir şey yapmak istemiyoruz, lütfen beraber girelim listeye” diyerek hocanın evine kadar gidip ikna etmek için çaba gösterirler. Nusret Hoca “Ben sizinle ortak programa girmem, ben sokak politikacılarıyla çalışmam” diyerek ayrı listeyle seçime girer. Sonuçta 7 kişilik TTB-MK’ye; Nusret Hoca’nın listesinden kendisi ve oğlu Gürhan Fişek, diğer listeden Selim Ölçer, Recep Akdur, Füsun Sayek, Eriş Bilaloğlu, Ata Soyer girer.
Kitap; Selim Ölçer’in emeğini, mücadele tarzını, TTB’ye katkılarını gelecek kuşaklara, genç hekimlere ve topluma aktarması bakımından, ayrıca TTB’nin yakın tarih hafızası açısından önemli bir kaynak. Yakın tarihi yazmak, bir noktada yakın gelecekle konuşmaktır. Bu hafızayı ortaya çıkardıkları ve akıcı bir nehir söyleşisi gerçekleştirdikleri için Özen Demir ve Onur Erden’e teşekkürler. Kaleminize sağlık.
Hekim ve hukukçu. 1991 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017 yılı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2004 yılı Türkiye Orta-Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Kamu Yönetimi Yüksek...
Hekim ve hukukçu. 1991 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017 yılı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2004 yılı Türkiye Orta-Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Kamu Yönetimi Yüksek Lisansı, 2018 yılı Okan Üniversitesi Sağlık Yönetimi Yüksek Lisansı mezunu. 2020 yılında Mersin Barosundan avukatlık ruhsatı aldı. Aktif avukatlık yapmadı. 1998-2008 yılları arasında Mersin Tabip Odasında 4 dönem yönetim kurullarında yönetsel sorumluluklar aldı. 2020-24 TTB-Yüksek Onur Kurulu üyesidir. “TTB’ye Adanmış Bir Ömür: Dr Mahmut Ortakaya” kitabının yazarı.