Asmên ra Roz Vıneto: Yimami'nin Ağıtları Soykırım İncelemelerine Neleri Hatırlatıyor?
Weliyê Wuşenê Yimami büyük bir ustalıkla ve örneğine az rastlanır bir etik pozisyondan imhacı şiddetin dehşetini, pardokslarını ve dolayımlarını biraraya getirir.
Rivayet odur ki, yıllarca Türkiye’de ‘sanat’ versiyonu başta olmak üzere müziğe damgasını vurmuş, Zeki Müren, Neşet Ertaş’dan Zahidem türküsünü dinlediğinde, o derece etkilenir ki kafasını duvarlara vurur. Müzik kariyerlerine bakıldığında çok farklı geleneklerden, formasyonlardan, imkanlardan gelseler de bir ortak yanları ikisinin de tarzına damgasını vuran hissiyatın hüzün olmasıdır.
Etnomüzikolog Martin Stokes’ın altını çizdiği gibi, hüznü maharetle işlemesi ötesinde, Müren’in dönemdaşlarından en ayırt edici yönü, disiplinli, kareografisi iyi yapılmış samimiyeti idi. Bu samimiyet İzmir Fuarında Neşet Ertaş’ın nesiller boyu sınanmış, demlenmiş, yaşanmış sahiciliği ile karşılaşınca ‘olmaz böyle şey!’ diyecektir.
İşte “Hawaê Derê Laçi”yi (Laç Deresi Ağıtı – bir başka ismiyle Hawaê Demenu (Demenanlılar Ağıtı)) her dinlediğimde (özellikle de Maviş Güneşer ve Kemal Kahraman yorumuyla) aynı ünlemi kullanmak istiyorum; bir de bütün formasyonumun, disiplinize edilmiş öğrenme biçimlerimin ulaşamayacağı bir marifet karşısındaki çaresizliğimin ifadesi olarak kafamı duvarlara vurmak.
Beni esas etkileyen ağıtın müzikal kısmı değil; onun bir travma, felaket anlatısı olarak muhteşemliğidir.
Bu yazıda ağıtın müzikal yanı ve değişik icralarına ancak kısaca değineceğim. Esas vurgulayacağım sadece yirmi satırda asırlık bir gerilim, bir sosyal yaşam ağı ve bir soykırımı ne denli çarpıcı, katmanlı, nüanslı ve bütünlüklü anlatılabildiğidir! Bu sebeple ağıt benim gibi birçok toplu şiddet, katliam, soykırım, hafıza ve kimlik siyaseti üzerine kafa yoran ‘mektepliler’ üzerinde sonu gelmeyecek metodolojik-kavramsal güvensizliklerini ve yetersizliklerini acımasızca yüzlerine vurucu, ‘hadlerini’ bir kez daha hatırlatıcı bir etki yapabilecektir
“Hawaê Derê Laçi” anonim bir eser değildir; yaratıcısı bellidir: Weliyê Wuşenê Yimami.
Hakkında kızının anlattıkları dışında az bilgi vardır. Kureşanların Kutan kolundandır. Dersim’in kanlı Tuncelileştirilmesinin yakın tanığıdır. Halvori’deki kırıma bizatihi tanık olur. Derê Laçi katliamının canlı şahidi olduğu şüphelidir. Ancak Kemal Kahraman’ın aktardığı gibi zaten orada gerçekleşen vahşet hızlıca ağızdan ağıza yayılacaktır. 1938’le birlikte ailesiyle dağlara sığınır ve mutlak bir ölümden veya sürgünden böylece kurtulur.
Weliyê Uşenê Yimami zaten şair bir aileden gelmektedir; hem babası hem de katliamlar sırasında gözleri önünde öldürülen kardeşi şairdir. ‘38 sonrasında ölülere ağıt yakması için sıkça davet edilir. Düğünlere de çağırılır; ancak bu düğünlerde davul-zurna çalınmayacaktır. Hem ‘38 yası’ sebebiyle, hem de yokluktan; davul-zurna ortamının kurulması bir lükstür. Cenaze ve düğünlerde kemane çalarak lawık ve klamlar söyleyip kendine verilen kap-kaçak, kilim gibi hediyelerle yeni bir ev, yeni bir hayat kuracaktır Weliyê Wuşenê Yimami. 1958 yılında Dersim’de ölür.
Katliam dönemiyle ilgili başka eserleri de vardır; Dersim’de popüler ağıtlardan “de wayi, de welat welat” da onundur.
Evet ağıt anonim değildir, ancak zaman içerisinde farklı yorumcular tarafından, sözler de değişerek söylenmiştir.
En yaygın okuyucusu Sılo Qıj bile kayıtlarında farklı sözlerle söylemiştir. Dolayısıyla bugün değişik versiyonları mevcuttur. Ancak bunu sözlü geleneklerin ürettikleri arşivlerin analiz için ‘ele-gelmezliğinin’ bir gerekçesi olarak görmemek gerek. Tam tersine bu sözlü-arşivin bir hatırlamalar silsilesi yaratarak çoğullaşmasıdır ki bu da araştırmacı için çok az yazılı belgenin sunabileceği bir imkan! Dinleyiciye hem değişik pozisyonlardan aynı metnin niçin ve nasıl farklı okunduğunu sergiliyor; ayrıca ‘yoruma muhtaç’ kimi ifadeleri de ben gibi ‘yabancı’ bir okuyucuya açıklıyor. Ayrıca sözler arası farklar da o denli dramatik değil; tematik vurgular ve sıralamaları ise çarpıcı bir biçimde ulaşabildiğim tüm versiyonlarda aynı ve tutarlı.
Ben, arada diğer versiyonlara gönderme yapsam da Maviş Güneşer ve Kemal Kahraman’ın Sılo Qıj versiyonunu esas alarak kurdukları kaydı kaynak alacağım. Ancak bunun yanında Nilüfer Saltık ve Cemal Taş’ın hazırladıkları Z Yapım’dan çıkan ‘Ağıtların Diliyle Dersim 38 Tertele’, Mesut Özcan’ın Kalan Yayınlarınca basılan ‘Öyküleriyle Dersim Ağıtları’, Berhem Yayınlarından çıkan ‘Tayê Lawikê Dêrsimi (Şuari) / Dersim Türküleri (Ağıtlar)’ çalışmalarından da yararlanacağım. Ayrıca yayınlanmamış internet üzerinden ulaştığım kayıtları da kullanacağım.
Burada mezkur ağıtın şimdiye kadar hiç bilinmedik bir ‘şifreyi’, ’yerlilerin’ kendi aralarında kodladıkları bir ‘sırrı’ çözdüğünü iddia etmeyeceğim. Zaten bu ağıt yaygınca bilinir ve defaatle kayıt olunmuş, söylenmiştir, Türkçeye ve hatta İngilizceye de çevrilmiştir. Çok çok önemli olmakla beraber, temel vurgum madun bakışını vurgulamak da değil. Benzer şekilde, artık klişe olmuş, tarih yazımında sözlü kaynakların ne kadar ve hatta ‘daha’ önemli olduklarını da ileri sürmeyeceğim. Bunu yapmak için çok iyi bir aday da sayılmam ayrıca. Uzun süre Cumhuriyet ve Osmanlı Arşivlerinde ‘belge’ kovaladım. Amerikan Misyoner, İngiliz devlet belgelerini taradım. Ermenistan Devlet Arşivine izin alıp giren ilk TC vatandaşı oldum; profesyonel arşivcilik yaptım vs. Kısacası bir kültürel antropolog da olsam belge alerjim hiç olmadı, tersine doktora çalışmamı neredeyse tamamen yazılı belgeler üzerine kurdum.
Çok daha da ileri gideceğim ve iddia edeceğim ki Weliyê Wuşenê Yimami ile biz ‘mektepli’ toplu şiddet araştırmacıları esasında tıpatıp aynı işle meşgulüz; bugünden geriye bakarak felaketi düşünmek, anlamaya çalışmak. Ne var ki ve maalesef, bütün birikimine, kavramsal-metodolojik araç, imkan ve malzeme çokluğuna rağmen Dersim Soykırımı araştırmaları halen Dersim şairlerinin ne analitik derinliğine ve sofistikasyonuna; ne (öz)eleştirel cesaretine; ne de etik dirayetine ulaşmaktan uzaktır. Bunun aynısı Ermeni Soykırımı alanı için de geçerlidir. Zygmunt Bauman’ı anarak söylersem, halihazırda toplu şiddet-soykırım akademisinin Dersimli şairleri anlatmaya maarif bütünlüklü ‘argümaları’, ‘bulguları’, ‘tespitleri’ yoktur. Ama Weliye Wuşenê Yimami’nin dizelerinin akademinin mevcut açmazlarına ilişkin ‘ciltlerce’ sözü vardır.
Bir sosyal uzam olarak Dersim
İlk başta bütün hikayenin genel bir çerçevesini tarif etmeliyim.
Erken 1800’lerden başlayarak imparatorluğun doğu vilayetleri kaotikleşerek dönüşen bir dünyaydı. Ters-düz oluşta envai çeşit modernleşme aktörleri (devlet yetkilileri, misyonerler, Ermeni devrimciler ve milliyetçi entellektüeller) imkanları oranında rol sahibi olacaklardı. Dersimliler daha önceleri nispeten ‘sıradan’ olan yaşam-sistemlerini bu yeni dünyada sürdürebilmek için bir siyaset sanatı geliştirdiler; bunun adı ‘kendini yönettirmeme’ sanatıydı. Bu tek başına Dersim icadı değildi.
Genç kuşağın zihin açan akademisyenlerinden Owen Miller’in gösterdiği gibi kültürel yapıları, tarihsel oluşumları farklı olsa da Sason/Sasun (Bitlis) ve Zeynep Türkyılmaz’ın Kripto Hristiyanlar üzerine çalışmasında incelediği gibi Torul (Gümüşhane) ve ayrıca Zeytun (Kilikya) aslında aynı dönemde bu ‘sanatın’ icra olunduğu diğer bölgeler arasındaydı.
James Scott’tan ödünç alıp (the art of not being governed) tercümede küçük bir uyarlama yaptığım ‘kendini yönettirmeme sanatının’ gelişmesi için coğrafi erişilmezlik ve özellikle yükselti önemli avantaj ve hatta önşarttı. Ama buradan bu gibi sosyo-uzamsal ağların dış dünyadan izole kaldıkları sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine 19. yüzyılda, başdöndürücü hızla çok-merkezli- çekim kuvvetlerine maruz kalınan bir yeni-dünyada ‘kendini yönettirmeme sanatının’ olmazsa olmazı her-taraftan yağan rakip moderleştirme aktörlerini bir cerrah hassaslığında, bir balerin zarafetinde ‘idare’ etmekti. Dahası, kendi-yağlarında kavrulamamalarının zaten ekonomi-politik nedenleri de vardı. Dersimliler etraflarında ve hatta dünyanın öbür ucunda olup bitenden çok iyi haberdarlardı. Öyle ki büyük maharetle onların dillerinden isimleri, kavramları kendi dillerine, türkülerine asimile ettiler, kullandılar. Yani Dersim modernleşme dışı bir sosyal uzam değildi; ‘yönettirmeme sanatının’ özünde ise, modernleşmeye arkasını dönme değil, onun farklı projeleri arasında sekerek kendi alanını açma çabası yatıyordu. Bir başka deyişle modernleşmenin nimetlerine duyulan arzu yanında, onun yükümlüklerine ve özellikle de tanımlanmaya karşı koyma çabası vardı.
Bu ‘sanat’ Dersimlilerin son iki asırdır başlarına en büyük ‘bela’ olan içinden çıkılmaz kimlik sorunlarını da beraberinde getirdi. Unutulmamalıdır ki, kimlik oluşumunun en temel referansı öznelerin otorite(ler) (power) ile kurduğu ilişkidir. Bütün kimliklerin yeniden derlenip, şekillenip, kataloglandığı bir dönüşüm çağında Dersimlilerin modernleşmenin öncü aktörleriyle kurdukları otonom ilişkiler beraberinde bir tercüme edilemezlik sorunu doğurdu; Dersim zaten önceden de, Sason gibi, Zeytun gibi, Torul ve hatta ‘Gavur Dağı’ gibi tahayyüller haritasında bir aykırılık alanıydı. Dini, linguistik ve etnik ortodoksinin normlaştığı yeni manalar dünyasında ise Dersim herhangi bir farklılık uzamı olmanın ötesinde bir tercüme sorunu haline de geldi. Çünkü, isimlerinin, dillerinin, inançlarının yeni basitlikler sözlüğünde karşılığı yoktu. Dolayısıyla boşluğa, kategorize olmazlığa yer olmayan bu yeni evrende Dersim, Sason, Torul şifreleri çözülmesi gereken birer efsunlu anomaliydiler. İster Protestan Misyonerler için olsun, ister Osmanlı devlet aktörleri için olsun, isterse de Ermeni devrimci veya entellektüelleri için olsun ‘dışarıdan’ Dersim(lin)in iç-içe geçmiş ikili bir kavrayışı vardı: Dersim bir yandan bu aktörlerin kendi geçmişine ait arkaik-özü taşıyan vahşi ve asil bir sosyal uzamdı; öte yandan ise düzeltilmesi gecikmiş ‘tarihi’ bir hata, aslından sapma, özün dejenerasyonu ve hatta kronik bir hastalık idi. Dolayısıyla modernleşme aktörleri için hem romantik bir arzu nesnesi hem de şiddet dahil her metotla acilen ehlîleştirilip, tedavi edilmesi gereken bir beden anlamına geliyordu. Dersim, misyonerler için baskı yüzünden Hristiyanlıklarını saklayarak unutmuş ‘eski Hristiyanlar’, Ermeni milliyetçi entellektüeller için aynı gerekçelerle milli kökenlerini kaybetmiş Ermeniler, Kemalistler için ise Kızılbaşlıkları yüzünden Kürtleşmiş öz-Türkler, vs. demekti. Bu durum ironik biçimde bir yandan da Dersim ileri gelenlerine imkanlar da sunuyordu.
Son iki yüz yıllık tarih içerisinde bazı Dersimlilerce ‘kendini yönettirmeme sanatının’ bir biçimi olarak kimi kritik anlarda başvurdukları temel bir ‘güçsüzün silahı’ farklı kudretlerle donanmış ortodoksi aktörlerinin bu ikili kavrayışının birincisini, ikincisinden azade olmak için kullanmaya çalışmasıydı. Ne var ki, devlet ve siyasal aktörler ise sıkça ikinciyi birinciye ikame edecekler ve ıslah edici şiddet programları vasıtasıyla ‘vahşi güzellik’ olarak tasavvur ettikleri Dersim’e, onu yok etme pahasına sahip olmayı deneyeceklerdi. İlginçtir 1800’lerin ikinci yarısında Osmanlı bürokratları, 1910’lar başında Ermeni devrimcileri, 1920lerden başlayarak Kemalistler Dersim’e karşı çok benzer (askeri-idari) tedip operasyonları önereceklerdi. Zeynep Türkyılmaz’ın Dersim üzerine çalışmasında ortaya koyduğu gibi, bu hatayı düzeltmek, kendine ait-arkaik özü kurtarmak 1930larda başlayan soykırımcı kampanyanın da başat motivasyonu olacaktır.
Dersim’in bir iç sosyal-siyasal-kültürel sistematiği vardı, ama dini, linguistik ve kültürel olarak tek-tip bir ekümen değildi. Ayrıca devletin çizdiği sınırlarla Dersimlilerin coğrafi tahayyülleri ve sosyo-kültürel ağları arasında bir örtüşme de yoktu. ‘Kendini yönettirmeme sanatı’ da bu sosyal-uzamın her noktasında aynı ısrarda karşılığını bul(a)mıyordu. Bu sanatın ağırlık merkezinde Zazaca konuşan Kızılbaş aşiretlerinin oluşturduğu, farklı ocakların düşünsel ve ilahi meşruiyetini sağladıkları esnek ve kırılgan bir yönetsel ağ vardı. Şaşırtıcı olmasa gerek ki kimlik tahayüllünün merkezinde inanç sistemi duyuyordu; ancak ne bu inanç sistemi ‘Anadolu Aleviliği’ sepetine atılabilir ‘türdeşlikte’ idi ne de Dersimliler dil ve soy-bilinci (etnisite) farklarına kördüler. Son olarak, tabii ki Dersim kimlikleri konumsaldı da; bu genel tarif kendi içlerinde kimlikler aşiret, ocak ve bölgeler olarak da ayrışacaktı. Zazaca konuşan Kızılbaş aşiretleri kendini genel olarak Kırmancılık üzerinden tarif etmekteydi. Aslında yakın zamana kadar Kürtler arasında kimi yöreler hariç neredeyse her grup kendisini Kurmanc/Kırmanc görüyordu, ancak Kurmanc’ın ne demek olduğu dil, inanç, aşiret aidiyetleri, sınıfsal konum / üretim faaliyeti üzerinden bambaşka manalara geliyordu.
Dersim Kırmanc’lığını da bu karmaşık kimlikler haritasında düşünmek gerekiyor. Bunun sembolik-uzamsal karşılığı ise Kırmanciye idi. Nasıl ki Kırmanc’ı Kürt diye tercüme etmek sorunlu bir anakronizm olacaksa, aynı şekilde Kırmanciye de Kızılbaşların Ülkesi/Yurdu olarak çevrilemez. Kırmanciye sınırları belli bir toprak parçası, bir coğrafi tanım değildi; yukarıda açıklamaya çalıştığım sosyal ağın nüfuz alanıydı. Özellikle 19. yy’ın ikinci yarısı itibariyle, Kırmanciye sürekli bir mücadele konusu olacaktır, onu ‘tedavi’ ve tarif etmeye çalışanlarla, ‘kendini yönettirmeme’ savunusunu sürdürenler arasında. Bu gerilimin de etkisiyle, Dersim’in ne Zaza, ne Kürt, ne Ermeni, ne Türk, ne Hristiyan, ne Kızılbaş kimliği bu kimliklerin modern versiyonlarını düşleyenleri memnun etmeyecekti. Ancak şu noktanın da altını bilhassa çizmeliyim ki, son iki asırlık tarihte ne kendi içerisinde kanlı gerilimler, talanlar yaşayan bir dünya olarak Kırmanciye bir ‘masalsı direniş ülkesi’; ne de genel olarak Dersimliler ve özelde de Kırmanc’lar hep ve tümden erdemin ve yüksek bir etiğin savaşçıları olarak kurgulanmalıdır. Bu Abdülhamid dönemi için de doğruydu, birinci dünya savaşı kırımları sırasında da, Kemalist dönemde de.
Soykırım öncesi Ermeni elitlerinin aksine Dersim ileri gelenleri yaklaşan felaketin farkındaydılar. Katliam ve sürgün yıllarca planlandı, aşiretler tek tek nüfusları, savaşçı güçleri ve önceki siyasi tutumlarına göre sınıflandırıldı, hangilerinin nasıl bir uygulamaya tabi tutulacakları, hangilerinin “cezalandırılacakları”, önceden karar olundu. İşin ‘antropolojik’ boyutu da ihmal edilmedi; Devlet raporlarında, etnografilerde, gazete yazılarında, resmi yazışmalarda, Dersim ve Dersimli patolojik bir sorun olarak teşhis edildi, vatan bünyesinde “habis ur” olarak görüldü, ve şeytanlaştırıldı. Dahası cumhuriyet’in en üst düzey kadroları, cumhurbaşkanından, başbakanına, içişleri bakanına kadar bu işin içindeydiler. Ve hatta ‘sancak meselesi’ ve Dersim Atatürk’ün o dönem ‘kişisel’ en yakın ilgi gösterdiği iki meseleydi. Dersim ileri gelenleri bütün bunları yakından izliyor, görüyordu. Felakete engel olmak için direniş ihtimalinden, diplomasiye ve hatta elitlerin hükümetin suyuna gitmek dahil her yolu da denemeye çalıştılar. Örneğin, Türkiye’de o dönem şapka giymek ve bunu kamusal alanda gösterme çabası sanırım Dersim ileri gelenleri arasında olduğu kadar başka ‘muhalif’ kesimde rastlanılmamıştır. Her halükarda Dersimlilerin bütün çabalarına rağmen Kemalist rejim ‘pazarlık etmemek’, ‘esnememek’ konusunda kararlıydı. Dersim 1937’de başlayarak ‘sözlük-tanımı’ bir soykırıma uğratılacaktır; bir kendini yönettirmeme ağı olarak Kırmanciye bir daha geriye dönüşü olamayacak şekilde harap edilecekti: Weliyê Wuşenê Yimami Çukur Ağıtı’nda (Hawaê Cuxurê) bu durumu yine özeleştirel bir biçimde şöyle dile getirecektir:
Çhik paniso, bıvêso, qanunê hukmati
Ondêra Kırmanciye dariya wa Nişto ro qanunê cumurêti
Tutuşsun, yansın, hükümetin kanunu Batasıca Kırmanciye ortadan kalkmış Yerleşmiş cumhuriyetin kanunu
Bir soykırım anlatısı olarak Hawaê Derê Laçi
Şimdi bu uzun girizgahtan sonra artık Hawaê Derê Laçi’ye dönmek istiyorum. Bu ağıtın niçin ‘mektepli’ toplu-şiddet araştımacılarına kafalarını duvarlara vurdurtacak derinlikte bir anlatı olduğunu tartışacağım.
Felaketin Dersimliler cephesinde tek anlatısı bu değil şüphesiz. Ancak bu şiir Dersim’de katliamlara ilişkin kuşaklar boyu en çok yayılan, söylenen ve beğenilen anlatılardan biri ve belki de birincisidir. Weliyê Wuşenê Yimami büyük bir ustalıkla ve örneğine az rastlanır bir etik pozisyondan imhacı şiddetin dehşetini, pardokslarını ve dolayımlarını biraraya getirir.
Tasvir edilen katliam Dersim operasyonlarının en vahim ve ölümcül dönemi olan devletin havadan ve karadan bütün ateş gücüyle saldırdığı 1938 baharı sonrası başlayan ikinci kısmına denk düşer. Kırmanciye dayanışma-ağı zaten 1937’deki saldırılar ve siyasi manevralarla yıpratılmıştır. Direnişin en bilinen isimlerinden Seyit Rıza idam edilmiş, Alişêr bir suikastla katledilmiştir. Kırmanciye aşiretlerinin birçoğu paralize olmuş, pasif durarak vaziyeti atlatmayı umuyorlardı –ki bu durum ve onların ‘ibretli’ akibeti de başka birçok ağıta konu olmuştur. Tarafsız kalan aşiretler dışında Kırgan gibi devlet yanında savaşan aşiretler de vardı.
Bu ikinci dönemde ordu Ali Boğazı, Kutu Deresi gibi ulaşılması zor ‘asi’ Dersimlilierin yaşadığı alanları da insansızlaştırmak amacındadır. Bu kapsamda 1938 Temmuz ayı sonunda Laç Deresi Dersimdeki son büyük direnişe ve korkunç katliamlara sahne olacaktır. 1960-70’li yıllarda makara ve kasetlere yapılmış kayıtlarda Weliyê Wuşenê Yimami’nin bu dehşet sahnesini tarifi iç-cızlatan kemane melodisi eşliğinde Sılo Qıj’ın jilet gibi kesen tiz sesinde çınlar:
Halo halo halo, halê ma yamano Esker onto ma serde, dormê ma qapano
Halimiz halimiz, yamandır halimiz, Asker sürmüşler üzerimize, etrafımız kuşatılmış
Laç deresinde sıkıştırılmışlardır. Çıkış, kurutuluş ihtimali olmayan bir ‘kapandır’ bu. Güçlerin eşitsizliği ise aşikar: Bir yanda ‘zalimlerin üzerlerine sürdüğü kışlalar dolusu’ (Zalımu qısley onto ma serde) ve uçak, top (tayre u topi) makinalı tüfek dahil dönemin her türlü modern ateş gücüyle donanmış asker; öte tarafta çocukların, yaşlıların, kadınların da aralarında bulunduğu Demenanlılar ve Haydaranlılar; savaşçı gücü olaraksa aşiret(ler)in belki en fazla bir-kaç yüzle ifade edilebilecek ellerinde besli (beşli) Alman Mavzeri türü hafif silahların olduğu ‘yiğitler’ (cuamerdan). Bu koşullarda aslında ağıttaki ‘ne olacak halimiz?’ (halê ma se beno?) sadece retorik bir ifadeye dönüşüyor. Zaten ‘Munzur Suyu ceset ve ölülerle dolu’ (çeme Mızuri cendeg u lesu ano) haldedir; Laç Deresi manzarasında her taraf ‘sis ve dumandır’ (têde mız u dumano), her taraftan ‘yas ve ağıt’ (têde şin u şivano) yükselir.
Ordu öyle amansızdır ki kuşatılan Demenan ve Haydaranlılar için dünya kızgın bir saca dönmüştür (dina biya saja sure). Ve kimsesiz, desteksizdir Demenanlılar, Haydaranlılar; ağır ve dermansız bir dert (derdo gıran … derdo bêderman) ile yüz-yüzedirler. Weliyê Wuşenê Yimami, belki Primo Levi’nin Auschwitz’deki ‘yaşam’ tasfirlerine benzetilebilecek, ürpertici bir berraklıkta, soykırımcı terörün yarattığı yalnızlığa ve insan-dışılaştırmaya Laç Deresi’ndeki Dersimlilerin dilinden isyan eder: ‘kimse bize allah kurtarsın (bile) demiyor!’ Failin ‘kötülüğünün’ altı şairin diğer anlatılarında da ısrarla çizilir. Bu köklü, huy edinilmiş bir kötülüktür, ve saldırganlar ‘zalimdirler’, ‘kafirdirler’. Ancak Weliyê Wuşenê Yimami’ye göre bu kötülük, daha geniş kötülük evreninde tanımlanması gerekli bir kötülüktü.
‘Dina heqi ke persena, dinawa de jurekera bêtivara’ ‘Allah’ın dünyasını sorarsanız, yalancı ve itibar edilmez bir dünyadır’
Weliyê Wuşenê Yimami’nin Dêre Laçi dehşetini betimlerken kulladığı bu ifade bir yanıyla Dersimlinin bir asır boyu karşı-karşıya kaldığı bu yeni dünyaya, varoluşçu bir reddiye ve itirazdır; öte yandan ise kötülüğü sırdanlaştırmadan, Arendt’inkine benzer biçimde, onun sofistikasyonunu, onu mümkün kılan daha geniş (belki de ‘evrensel’) koşulları, kayıtsızlıkları, sorumlulukları da hesaba katarak izah eder. Şüphe yok ki, Dersimli şairin kötülük ve faillik tasviri yanında akademimizin ürettiği kategoriler, ‘tipolojiler’ ancak karikatür kalırlar. Buradan Weliyê Wuşenê Yimami anlatısındaki çok kritik ve önemli bir vurguya geçmek istiyorum; sorumluluk.
Sorumluluk: Pandoranın Kutusu
Şivan Perwer 1988 yılında yayınladığı Halepçe albümünde aynı ağıt ‘Halêma Yamano’ ismiyle yer alır.
Şivan ağıtı o dönemki yaygın ‘isyan’ anlatısına gayet uygun sert bağlama vuruşlarının eşlik ettiği hızlı bir ritimde okuyacaktır. Ayrıca bu versiyonda anlatı bütün ‘karmaşık’ kısımlarından arındırılıp sadece dört satıra ve salt eskêrana dewleta Tırkî (Türk devletinin askerleri) ve Dersimliler arasındaki bir karşılaşmaya ve akabindeki katliama indirgenecekti. Aslında bu tür bir indirgemecilik sadece popüler milliyetçi anlatılarla sınırlı değildir. Malesef akademideki geç-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi toplu-şiddet/soykırım çalışmaları çok çok nadir istisnalar dışında benzer fail-mağdur ikilemi sığlığından öteye geçememiştir. Daha doğrusu bu tür bir adımı atacak bir cesareti gösterememiştir; çünkü inkarcılığın entellektüel merakı ve nüansı köreltici safsatası maalesef başarılı olmuştur.
Hem Dersim, hem de Ermeni Soykırım incelemeleri özellikle ‘büyük anlatıları’ halen inkar-ispat hipnozunda salınmaktadır; ve daha da fenası bu tür yaygın kurgular inkarla ‘savaşırken’ ona sürekli yeni canlar üflemektedir.
Bu salınmanın akademik incelemelerde birçok sıkıntılı tezahürü olmuştur: indirgemecilik, basitçilik ve tipolojiler üretmek vb. gibi. Bu esnada sorumluluk kavramı ise, bu anlatılarda neredeyse hiç yer alamamıştır. Soykırım ve benzeri toplu şiddet çalışmalarında sorumluluk çok geniş manada kullanılan bir kavramdır. Bir felaketin oluşuna mani olmamayı, seyirci kalmayı, tavır almamayı da kapsar. Ancak inkar gölgesinden çıkmayan analizlerde adı konulmasa da sorumluluğun zıt anlamlısını masumiyet, eşanlamlısı ise suçluluk ve faillik olarak indirgenmeye devam ediliyor. Bir başka deyişle sorumlu değilseniz masumsunuz; sorumluysanız suçlu ve soykırımcı! Böylesi kaygılarla üretilen anlatılarda, hele ki, mağdur grubun içerisindeki sorumluların pandora kutusu asla dokunulmaması gereken bir tabu, ancak inkarcılığa atılacak bir pastır. Açıktır ki, Weliyê Wuşenê Yimami’nin anlatısı mevcut ‘literatürden’ çok daha nüanslı, çok daha cüretkardır. Hem diğerlerinde, hem de Derê Laçi ağıtında Dersim aşiretlerinin felakete giden yoldaki farklı düzlemlerdeki sorumluluğu ısrarla vurgulanır:
‘Demenanların katliamı’ (Qırr kerdena … demenu) davayı ‘rüşvet ve para’ (rısvet u pere) karşılığında satmış ‘Allah ocaklarını söndüresi aşiretlerin’ (Haq adıre aşiru wedaro) sayesindedir. Buradaki gönderme 37-38’de devlete milislik yapan Kırgan gibi aşiretler, sözlerinden dönen Yusufanlar ve Laç Deresindeki dehşeti görüp kenarda duran, seyirci kalan ‘Allah kurtarsın’ bile demeyen birçok aşiretlerdir. Ancak Weliyê Wuşenê Yimami yine yaygınca bilinen de wayi ağıtında ise sorumluluğa dair daha genele ait, pişmanlık belirten, özeleştirel ifadeler kullanır. Şair Laç Deresi ağıtında devlet güçlerine destek veren veya tarafsız kalan aşiretlere oldukça ilgi çekici bir uyarıda bulunur.
"Sıma ke teseliya xo ma ra gurete Meste-bêro halê sıma jê halê Hermeniano"
"Ordu işimizi bitirince yarın sıra size gelecek Sizin haliniz tıpkı Ermenilerinki gibi olacak"
Bu dizeler bir yandan Ermeni Soykırımı hafızasının Dersimililerin mağduriyeti üzerinden hatırlanmasına işaret ediyor. Ancak burada daha dikkati çeken nokta ağıtta Laç Deresinde savaşanların değil, hem tarafsız kalan hem de devleti destekleyen aşiretlerin sonlarının Ermeni Katliamlarına veya ‘tehcirine’ benzetilmesi. Yani ağıtta mağduriyet direnmemekle yanyana getirilir ve neredeyse bir kabahat, bir utanç kaynağı olarak anlatılır. Weliyê Wuşenê Yimami’ye göre Laç deresinde karşı-koyanlar ise mağduriyeti yenenlerdir. Onlar için referans ‘Ermeni Sürgünü’ (goçe hermeniyan) değil Kerbeladır:
‘Kam ke mara Laçi de bımıro/seyit bo, axrete de caa xo ceneto Kam ke na kora made bımıro Raa Hezreti İmam Wuşen'de caa xo ceneto’
Laç Deresi’nde kim ölmüşse/şehit olmuşsa bizden, ahirette yeri cennettir Kim ki bizimle ölmüşse bu dağlarda Hazreti İmam Hüseyin yolunda yeri cennettir’
Keza, Z Yapım tarafından yayınlanan Ağıtların Diliyle Dersim 38 Tertele çalışmasında kullanılan kayıtta Sılo Qıj ağıtı tanıtırken şunları söyler:
‘Hawa Laç Deriya Alla ramet eylesin, Aşira Demi dapêro hukmati o ordi de Erê lemin derdo dina kerde tariye Male şêrê mine berbiyê destine kerê Na qesa hawt bedeli ma viri ra nêşiye’
‘Laç Deresi ağıtıdır Allah rahmet eylesin Demenan aşireti çatıştı Gözünü sevdiklerim ordu ve hükümetin dünyasını kararttılar Yiğitlerimin aslanlarımın destanını yazın! Bu söz yedi kuşak hafızalara kazınsın’
Ağıtta Laç Deresindeki sahne bir ebedi kader anıdır. Öyle ki ‘gökyüzünde güneş donup kalmıştır’ (asmên ra, roz vıneto) hem Laç Deresindeki dehşet yüzünden hem de kim ne yapıyor belli olsun, görülsün, unutulmasın diye. Bu kader anından direnişçiler gururla çıkacaktır: ‘kimse kem söz söyleyemez Demenan ve Haydaran yiğitliğine’ (bexte Heyder u Demeni re kes xırave nevano). Weliyê Wuşenê Yimami’nin Laç Deresi anlatısının kahramanlarından biri İvise Sey Kali’dir. O da kuşatma altındadır. Ama ‘hem çarpışıyor hem şarkılar söylüyor(dur)’ (hem danopêro, hem qeydu vano). Dürbünle İvis’i gözleyen ordu kumandanı “Durun hele İvis'i dinleyeyim. İvis ne diyor bize?" der. İvis karşılık verir:
"Zalim to hire tawur esker onto ma serde.
Haq ke dest bıdo nafae ordiye tode danopêro.
Eskere tora nefere neverdanu."
"Zalim! sen üç tabur asker sürmüşsün üzerimize.
Allah'ın izniyle bu kez ordunla dövüşeceğim.
Geride askerinden tek nefer bile sağ bırakmayacağım."
Ağıta göre İvis bir kurşun değmesi sonucu ölür ve böylece asker Laç Deresine girip katliamlara başlar. Zaten ağıtın büyük bölümündeki anlatı Demenanların savaşçılığının ve cesaretle savaşmalarının anlatısıdır. Sonucun mutlak ölüm olmasına rağmen bununla övünç duyulur:
‘Haq zono ma dapêro Hefê xuyo hawt bedelu gureto Na kora mare merdene Hem kefo, hem saltanato’
‘Allah da bilir ki biz savaşıp Yedi ceddimizin öcünü aldık Bu dağlarda ölmek Hem keyiftir, hem de saltanattır bize’
Eğer bu tür felaketler üzerine özellikle akademi cephesinden üretilen incelemelere bakarsak burada oldukça paradoksal bir durum söz konusudur. Laç Deresi Dersim Katliamlarının en korkunç sahnelerinden biridir. Çocuk, kadın, yaşlı demeden vadide kıstırılan Demenanlıların neredeyse tamamı ya orada öldürülecek veya ‘esir’ alınıp katledilecektir. Ancak bu korkunç akibete rağmen Weliyê Wuşenê Yimami, kırımlarla bu şiddetli karşı koyuşu birbirleriyle yan-yana duramaz değil, iç-içe geçmiş anlar olarak örer anlatısında. Ve hatta esas vurgusunu karşı-koyuş üzerine yapar; çok açıktır ki Weliyê Wuşenê Yimami mağduriyeti hem kabullenmemektedir hem de bunu yani mağduriyeti kabullenmeyi felaketin sebeplerinden biri olarak görmektedir. Şair özellikle de wayi ağıtında Dersimlilerin Kırmanciye’yi savunamamasından duyduğu üzüntüyü ifade eder ve hatta bunu Dersimin kutsallarının kendilerine küsme sebebi olarak görür. Kutsallar yerle bir olup, yerini kışla-karakol alacaktır. Xıdır’ın ağzından bu durum anlatılır:
‘Korakê mare ame Ma çekê xo berdi Teslim kerdi dayi Vano o surede Têde jiar u diyari Mara herediyayi Waxto ke jiar u diyari hona mara hast bi Cıra amene mare amene Destmalê sayi
… Sarê koê jele Bınê lıngunê xode Kerdi rast u duzi Vano pilê dêsim ke berdi nêberdi Peydo vıraşti mare vıraşti Qısle u qereqoli’
‘Körlük geldi bize Silahlarımızı götürüp Teslim ettik Diyor ki o zaman Bütün ziyaretler ve diyarlar Bize küstüler Ziyaretler ve diyarlar bizimle barışık olduğunda Bize onlardan mendil dolusu
Elmalar gelirdi
….
Jele dağı'nın doruklarını Ayaklarının altında Yol-yolak ettiler Diyor ki, Dersim büyüklerini götürdüklerinden beri Yaptılar bizim için Kışlalar ve karakollar’
İnkar-ispat hipnozunda bir tuzak olarak isyan
İnkar-ispat hipnozunun bir diğer bağlantılı semptomu ise mutlak mağduriyetler üretmektir. Bu tür yaklaşımların altında, inkarın da ötesinde ve onunla beraber, soykırımın ne olduğuna dair oldukça karikatür bir anlayış vardır. Hal böyle olunca mağdurların, mağduriyeti kabul etmemeleri bir anomaliye dönüşebilir ancak. Şimdi Dersim Soykırımı özelinde düşünürsek, malum uzun süre Dersim ‘İsyanı’ hem sol entellektüel, hem milliyetçi Kürt, hem de inkarcı-devletçi anlatıların kabülüydü. Devlet söylemini bir kenara bırakırsak isyan kavramının kökleri Nuri Dersimi’nin Kürdistan Tarihinde Dersim (1952) kitabına kadar uzanır. Dersim Katliamlarının Soykırım çerçevesinde ele alınması ise İsmail Beşikçi’nin Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi (1992) çalışmasının katkısıdır. Ancak 2000li yılların başında esasında bir ‘isyan’ olmadığı bunun planlı bir devlet katliamı olduğu vurgulanmaya başlandı. Gariptir ki iki yaklaşım da esasında ortak bir kavramsal çıkmazda birleşiyor: isyan! Bu sadece kavramsal sorun değil, niyetten bağımsız meseleye bakış noktasını belirliyor; bir başka deyişle devlet gözünden, yalnızca devletin ‘belgesinden’ bakarak ona (devlete) karşı, onun (devletin) ‘normalliğini’ ihlal eden bir durum olmadığını ispat etmek! Ayrıca bunu ispat etmek için niçin bu kadar uğraşıldığı da ayrı bir soru. Çünkü zaten soykırımcı katliamlar başlamadan Şükrü Kaya mecliste Tunceli Kanunu konuşulurken Dersim’de olağanüstü bir vaziyet olmadığını sadece cumhuriyet yönetiminin bu duruma ‘tahammül etmeyeceğini’ doğrudan söylemişti:
Hadiselerin ehemmiyeti nisbidir. Eğer memleket 25 sene evvelki halinde olsaydı, ki hepimiz o zamanı hatırlarız, bu gün Dersimin halini normal görürdük. Bu gün Cümhuriyet’in kuvveti sayesinde memleketin hiçbir yerinde bir hadise vukubulmamakta iken, orada vukua gelen ufacık bir hadise kulaklarımıza ağır geliyor.
Burada aslında iç-içe geçmiş birçok sorun var; evet, ispat çabası maalesef bir yandan mutlak-pürüzsüz kategorik mağduriyet üretiyor. Dolayısıyla bugün hala Ermeni Soykırımı alanında 1915 Van Savunması, uzun bir girizgah ve aslında ‘isyan’ olmadığının ‘ispatlanması’ tamamlanmadan anlatılamaz. Nasıl ki Laç Deresindeki Demenanlı savaşçıların ‘savunucular’ olduğu bu anlatılarda söylenemez ise. Savunucu diyorum çünkü, Dersim’de bir isyan olmuştur, o da Şükrü Kaya’nın dediği gibi devletin Dersimliye ve Kırmanciye’ye isyanı! İşte bu yüzdendir ki Dersimlilerin nesilden nesile popülerleştirdiği Weliyê Wuşenê Yimami ağıtları bir yandan savaşçılardan övünç duyar, mağduriyeti reddeder, öte yandan Kırmanciye’yi savunamamanın kahrını, pişmanlığını ve hatta utancını yaşar.
İspat çabasının bir kaçınılmaz sonucu ise kimi durumlarda fetişizme varan belgeciliktir. Belgelerle, delillerle inkarcılığın yıkılacağını, ‘yenileceğini’ düşünmek en iyi ihtimalle naifliktir. Hatta, inkar-ispat hipnozunda ‘belgelenmiş’ argümanlar üretmeye devam etmek, çok amiyane bir benzetmeyle, tarihsel göndermelerde ısrar eden devlet aklının kurduğu bul-karayı-al-parayı illüzyonuna kendini kaptırmak, bu zararı mutlak oyundan kalkamamaktır. Bu hipnoz altında kurguladığımız tarihsel anlatının, kaçınılmaz paradoksal sonucu, üzerinde kafa yorulan felaketlerin faili, kaynağı gücün, yani devletlik normallerinin dilinin, meşruiyetinin yeniden üretilmesidir. Bu yeniden üretim bir tek ‘isyan’ türü kavramların kullanılmasıyla sınırlı değildir. Aslında kökenleri, bu örnek üzerinden konuşursak, Dersimin hikayesini, en sonunda onun imhasını ‘meşrulaştıran’ ‘bir çeşit modernleşmeci’ düşüncenin eleştirisini, bu düşüncenin gramerine sadık kalarak kurgulamaya uzanır. Burada ‘belgelere’ arkamızı dönmemiz gerektiğini söylemiyorum. 1948’de BM tarafından kabul edilmesi itibariyle hukuki bir kavram olan soykırım kavramının, o dile, düzleme uygun dökümantasyon gerektireceği aşikardır. Ancak kavramı artık sadece hukusal boyuta indirgeyemeyecek bir noktadayız. Burada söylediğim belgelerde içsel bir ispat maarifeti aramanın yersizliğidir. Yazılı veya sözlü her tür arşiv ancak antropolog Clifford Geertz’in önerdiği gibi ‘kapsamlı tarif’ (thick description) ile bir başka deyişle etnografik bir süzgeçten geçtikten sonra ancak analizlerimize, kavrayışımıza katkı sunabilir.
Bunlar benim Weliyê Wuşenê Yimami’nin ağıtlarında duyduklarım. Peki, burada bitirirken bir kez daha sorayım; bizim akademide ürettiğimiz ‘bilmelerin’ acaba bugün yukardaki türden katmanlı, nüanslı bir anlatı üreten Weliyê Wuşenê Yimami’ye söyleyeceği ne vardır? (YT/HK)
[1] Asmên ra Roz Vıneto: Gökyüzünde Güneş Donup Kaldı
[2] Bu yazıya yorum, çeviri, eleştiri katkısı sunan Kemal Kahraman, Maviş Güneşer, Sinem Adar ve Ümit Kurt’a çok teşekkür ediyorum.
University of Cyprus'ta Türkiye ve Orta Doğu Çalışmaları Bölümü'nde öğretim görevlisi.
Duke Universitesi'nden Kültürel Antropoloji alanında doktora derecesini aldı. Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinde kollektif şiddet, hafıza...
University of Cyprus'ta Türkiye ve Orta Doğu Çalışmaları Bölümü'nde öğretim görevlisi.
Duke Universitesi'nden Kültürel Antropoloji alanında doktora derecesini aldı. Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinde kollektif şiddet, hafıza yaratımı ve uzlaşma üzerine dersler verdi.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.