"Plan sözde kalırsa Marmara'yı daha kötü senaryolar bekliyor"
Marmara Denizi'nde müsilaja karşı açıklanan 22 maddelik eylem planını bianet'e değerlendiren Prof. Dr. Mustafa Sarı ve hidrobiyolog Levent Artüz, planı içerik olarak olumlu bulduklarını ancak uygulamaya geçilmedikçe Marmara'nın akıbeti açısından hiçbir faydası olmayacağını söyledi.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un deniz salyası/müsilaja karşı açıkladığı 22 maddelik eylem planını Prof. Dr. Mustafa Sarı ve hidrobiyolog Levent Artüz’e sorduk.
Bakan Kurum, Marmara Denizi Eylem Planı Koordinasyon Toplantısının ardından alınan ortak kararlar doğrultusunda Marmara Denizi’nin tamamını yüzeyde ve derinde etkisi altına alan müsilaja karşı mücadelenin 22 madde doğrultusunda başlayacağını duyurmuştu.
Söz konusu maddeler, bilim insanlarının sıkça dile getirdiği Marmara’daki atık yükünün azaltılması, derin deşarj gibi yıllardır uygulanan ve Marmara Denizi’ni yok eden yöntemlerin değiştirileceği bilgisini kapsadı.
Prof. Dr. Sarı ve Artüz eylem planını hem içerik bakımından hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın söz konusu yöntemlerin Marmara’ya zarar verdiğini nihayetinde kabul etmesi açısından olumlu değerlendirdi.
Ancak asıl mücadele şimdi başlıyor. Sarı ve Artüz, eylem planı doğrultusunda hızlıca bir uygulamaya geçilmezse Marmara’yı çok daha kötü senaryoların beklediğini söylüyor.
Prof. Dr. Sarı: İrade ortaya koyuldu sıra uygulamada
Müsilajın bu sene ilk görülmeye başladığı Kasım 2020’den bu yana yaptıkları çağrıların nihayet olumlu bir sonuca kavuştuğunu anlatan Prof. Dr. Sarı, “Geç kaldık ama 7 ay sonra da olsa bunun olmuş olmasından son derece mutluyum. Tüm taraflar bir araya geldi. Daha önemlisi tüm taraflar çalıştayda konuşup tartıştılar, görüşler eylem planına bir şekilde yansıdı ve kameraların karşısında 7 belediye başkanı çevre ve şehircilik bakanı ile beraber eylem planının altına imza attılar. Benim için çok ümit ve memnuniyet verici” diyor.
Fakat, eyleme dökülmemiş sözlerin Marmara Denizi’nde hiçbir şekilde etkisi olmayacağını da ekleyerek şöyle devam ediyor:
“Bu süre içerisinde sürekli dedik ki üç tane temel tetikleyici var: iklim değişikliğine bağlı deniz yüzeyi sıcaklıklarının artması, Marmara’nın orijinal yapısı gereği iklim şartlarının da etkisiyle deniz durağanlığının fazla olması ve sonuncusu da atık yükü. Diğer iki parametreyi yönetemeyiz, bir parametre kalıyor elimizde, o da atık yükünün azaltılması dedik.
“Şimdi eylem planına baktığım zaman hem evsel hem tarımsal hem endüstriyel hem de denizcilik sektöründen kaynaklanan atıkların bertaraf edildikten sonra Marmara Denizi’ne bırakılması yönünde bir irade var. Şu anda mevcut eylem planı bir irade beyanı aslında ve yarından itibaren bazı maddeleri de uygulamaya geçecek.
“Fayda için hemen uygulama şart”
“Anladığım kadarıyla bunun daha detaylı uygulama safhalarını entegre, bütünleşik strateji raporunda göreceğiz. Bu yüzden eylem planının hazırlanmış olması çok olumlu bir hareket ve eğer olduğu gibi uygulamaya aktarırsak da Marmara Denizi’nin hayrına bir hareket. Ancak metinler yazıldığı kağıtlardan değil yasalar gibi gücünü uygulamadan alırlar.
“Dolayısıyla bu acil eylem planının Marmara Denizi’ne fayda sağlayabilmesi için hemen uygulanması gerekiyor. Ne yapılması gerekiyorsa bunların hemen yapılması ve uygulamaya geçmemiz lazım.
“Aksi takdirde, çok güzel konuşmalar yapabiliriz, çok güzel kararlar alabiliriz ama uygulama olmazsa önümüzdeki yıllarda Marmara Denizi bizi müsilajıyla daha çok karşılar ve yavaş yavaş denizimizi kaybederiz. Sonuçta karar olumlu ama uygulaması hızlandırılarak hemen yapılmalı.”
“40 yılda yaptık, 40 günde çözüm beklemeyelim”
Prof. Dr. Sarı, Marmara Denizi’ndeki hem dipsel hem yüzeysel mevcut görünümün ne zaman sona ereceği hususunda da yine eylem planının uygulanmasına ve hızına dikkat çekiyor:
“Müsilajın ortadan kalkması için ona etki eden üç temel tetikleyiciden en az bir tanesinin ortadan kalkması ya da azalmasıyla mümkün. Onun için bu eylem planı müsilajı bir anda ortadan kaldırmaz. 40 yılda Marmara Denizi’ni bu hale getirdik, 40 günde çözüm beklemeyelim. Ancak ekosistemler yaşayan sistemlerdir.
* Suyun altında sabit yaşayan süngerler ve mercanlar müsilajdan çok fazla zarar gördü
“Bakan Kurum’un yaptığı açıklamada yüzde 40 atık yükünü azalttığımızda 5 yılda Marmara Denizi’nin normal haline döneceği yönünde beyanları var. Anladığım kadarıyla bunun arkasında da bir akademik çalışma var, simülasyon yapıldı ve bir veriye dayanarak kendisi bunu söylüyor. Ben bir bilim insanı olarak bilime güveniyorum. Eğer bir veri toplandı ve bu veriye dayalı olarak simülasyon yapıldıysa 5 yılda Marmara Denizi’nde düzelme yönünde iyileşme olacaktır. Fakat dediğim gibi uygularsak, atıkları Marmara Denizi’ne vermekten vazgeçersek.”
Artüz: Konuşabilmek için uygulamada görmemiz lazım
Hidrobiyolog Levent Artüz de “Bakanın herkesin ortak fikriyle Marmara Denizi’nin deşarjlardan dolayı kirletildiğini ve bugün bu duruma geldiğini kabul etmiş olmasından mutluluk duydum, ölsem de gam yemem” diyerek eylem planını olumlu yönde değerlendiriyor.
Ancak Artüz’e göre, planın içeriğinin değerlendirilmesi için henüz erken. “Maddelerin altının kanunla, düzenlemelerle nasıl doldurulacağı çok önemli” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Mesela derin deşarj yönetmeliğinde düzeltme diye bir madde var, halbuki Marmara Denizi’ni artık hiçbir şekilde alıcı ortam olarak kullanamazsınız. Bir başka maddede sıfır atıktan söz ediliyor, sıfır atık denizin alıcı ortam olmaktan çıkarılması demek zaten. Dolayısıyla bu planın altı doldurulmadan, kanuna dönüştürülmeden söz söylemek şu an için mümkün değil.
“Bir de nasıl dönüştürüleceği meselesi var; o aşamada parametreler ve kurallar devreye girecek. Örneğin eylem planında fabrikalara kirlenme konusunda önlem için zaman verileceği, yoksa kapatılacağı söyleniyor. Bakıyorsunuz, baca gazları konusunda da aynı şey yapıldı, uyarılar, planlar vs. ama sonra bu süre uzatıldı. O nedenle, en ayrıntılı halini resmi bir çerçeveden görmemiz lazım ki doğru mu yanlış mı bilelim.”
“Haliç’teki temizliğin sonuçları”
Bakan Kurum, eylem planına ilişkin açıklamaları sırasında “Haliç’i nasıl temizlediysek Marmara’yı da öyle temizleyeceğiz” şeklinde bir cümle sarf etmişti. “Eğer doğruysa yandım allah” diyen Artüz, nedenini şöyle açıklıyor:
“Marmara’yı berbat eden Haliç’i temizlemeye kalktıklarında uyguladıkları yöntemdi. Bedreddin Dalan’ın 1980’lerin ikinci yarısında ‘Haliç gözlerimin rengi gibi olacak’ dediği yöntemin sonuçlarını yaşıyoruz.”
“Durum sanılandan daha vahim”
Eylem planının yanı sıra müsilaja karşı Marmara Denizi’nde ilan edilmiş bir seferberlik var ve “Deniz salyadan temizleniyor” haberlerini sıkça görüyoruz. Ancak Artüz’ün söylediğine göre böyle bir şey zaten mümkün değil:
“Marmara Denizi Ekim 1989’da öldü. O dönem Marmara Denizi’nin Akdeniz’den gelip Karadeniz’e giden alt akıntısının konveyör olarak kullanılıp atıkların seyrelmesi umularak buraya deşarjın sonucu bugün yaşadığımız nihai ürün oldu. Marmara Denizi feryat etti ve göz göre göre bu hale geldi. O zamandan sonra olanlar çok önemli şeyler değil aslında çünkü 124 tane balık türünün olduğu, biyoçeşitliliğin çok zengin olduğu bir denize tekrar kavuşmamız mümkün değil. Ancak hala burada yaşayan birçok canlı var ve kalan canlıların yaşayacağı bir ortam da yok o zamandan bu zamana. Durum sanılandan yahut da algılanandan çok daha vahim.
“Temizlemek gibi bir şey de mümkün değil, emeğe de yazık paraya da yazık. Dostlar alışverişte görsün gibi bir iş bu. Yani elinize süpürge alıp gidip kumsalda kumları süpürmekten bir farkı yok. Bu iş böyle halledilmez. Biz bir denizi el birliğiyle, planlayarak öldürdük. Şimdi bunun altından nasıl kalkacağımızı oturup planlıyor olmamız lazım. Bir önlem alınırsa şu anki halinden biraz daha iyi bir pozisyonda devam edecek, yani müsilaj her sene yerine 3 veya 5 senede bir gözükecek, insanları çok rahatsız etmeyecek halde olacak. Ancak eğer ciddi bir önlem alınmazsa, yani alıcı ortamı olarak kullanılmaya devam edilirse Marmara Denizi bundan çok daha kötü senaryolarla karşımıza çıkacak.”
Müsilaj nedir, neden ortaya çıkar?
Balıkçıların nez, köpük ya da salya olarak tanımladığı müsilaj tek hücreli bitkisel canlılardan bir tür fitoplankton olan Gonyalux fragilis’in yoğun çoğalması ve oluşturduğu renk sarmalı.
Sakin denizlerde kendini daha çok gösteren müsilaj, doğal olmasına rağmen aşırı çoğalınca ekosisteme zarar verebiliyor.
Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) sarı, beyaz, renkli çamurumsu bu maddenin son iki yıldır, Karadeniz, Marmara ve Ege Denizi’nde suyun üstünde ve altında sıkça görülmeye ve yayılmaya başladığını belirtiyor.
Marmara Denizi'ndeki müsilaj sorununa 2007 yılından bu yana dikkat çeken Marmara Çevresel İzleme Projesi (MAREM) ise bu tür anomalilerin denizde kirlenme düzeyinin göstergesi olduğuna işaret ediyor. Proje yöneticisi Levent Artüz çok yapışkan, bulaşkan bir yapıya sahip olan müsilajın denizdeki canlıların sonunu getirebileceğini vurguluyor.
Balık yumurtalarının büyük çoğunluğunun denizin yüzeyinde bulunduğuna ve yüzeydeki yumurtaların müsilajın içinde hapsolarak yaşama şanslarını kaybettiğini belirten Artüz larvalar için de aynı şeyin söz konusu olduğunu kaydediyor. Artüz'ün 1+1'de aktardığı bilgilere göre müsilaj zamanla, hareket edemeyen (sesil) midye, istiridye, tunikatlar gibi canlıların üzerine de çöküyor, deniz çayırlarını örtüyor ve ışıkla temaslarını kesiyor.
Öte yandan uzmanlar müsilajın nedenlerini ise kıyıların doldurulması ve atıklar nedeniyle denizdeki oksijen kaybı ve küresel iklim değişimine bağlı olarak Akdeniz havzasında sıcaklıkların yükselmesi şeklinde açıklıyorlar.
Marmara Denizi ne durumda?
Deniz yüzey sıcaklığı verilerine bakıldığında, Marmara Denizi'nin sıcaklığı bu yıl 40 yıllık ortalama verinin 2,5 derece üzerinde, yani 2,5 derecelik bir anomali söz konusu.
Marmara Denizi'nin çevresinde yaklaşık 25 milyon insan yaşıyor. Türkiye'nin endüstrisinin yarıya yakını da Marmara Denizi'nin çevresinde yer alıyor. Yani evsel, endüstriyel ve tarımsal atıkların tümü doğrudan ya da dolaylı olarak Marmara Denizi'ne gidiyor.
Ne yapılmalı?
Bilim insanları müsilaja karşı yapılması gereken en önemli şeyin Marmara'ya arıtılmamış atığın boşaltılmaması olduğunu söylüyor.
İklim değişikliğini de dikkate alan yeni bir atık yönetim politikası geliştirilmesi için çalışmalara bir an evvel başlanılması da bir diğer öneri olarak sunuluyor.
İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 2017-2022 arasında bianet’te yargı ve iklim haberleri muhabiri olarak çalıştı.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.