Ahmet Tulgar'ın ardından || Hış hışı hançer boynuma le ley
"Son 20-25 yılda, sol hareketin yenilgi dönemlerinde, sahiden de türkü denilen şey sadece bir eğlenceliğe döndü. Oysa türküler ve folklor, üretimin ve üretim içindeki hayatın stilize halleri..."
Basının güçlü kalemlerinden ve edebiyatının önemli isimlerinden Ahmet Tulgar (63) çarşamba günü (26 Ekim) geçirdiği kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı.
Tulgar, dün (28 Ekim) Ümraniye’deki Kocatepe Mezarlığında toprağa verildi.
Tulgar'ın ardından Derya Bengi’nin Roll Dergisi’nde 2007 yılında yayımlanan röportajını paylaşıyoruz.
Aralık ayında kim bilir kaçıncı Springsteen konserine gidiyorsun. Yıllar içinde konser arkadaşlıkları kurdun mu?
Ahmet Tulgar: O tür arkadaşlarım çok. Konser yerine saatler öncesinden giderim genellikle… 2005’teki Berlin konseri girişinde, kitap okurken dalmışım, birisi gelip arkadan gözlerimi tuttu. Bir döndüm, ben bu yüzü tanıyorum! Kadınlar biraz erken yaşlanıyorlar galiba, ben yaşlarda, ama daha yaşlıca görünen bir kadın. Yanında da gencecik, su damlası gibi bir kız. “Bak Ahmet, sana kimi tanıştıracağım” dedi. Ses tonundan çıkardım, “Elisabeth sen misin?” dedim. “Evet, bu da benim kızım” dedi. İlk gittiğim Bruce Springsteen konserinde, 1979’da tanıştığım İngiliz işçi bir kadın. Hafta sonları pub’larda yıllardır Bruce Springsteen şarkıları çalarak para kazanıyor. O gün de çalıp söyledi. Konser öncesi zaten bir sürü insan gitarını getirmiş oluyor ve mütemadiyen Bruce Springsteen şarkıları çalınıp söyleniyor.
Bir gazeteci olarak Bruce Springsteen’le söyleşi yapmak ister misin?
Hayır, istemiyorum. Bir kere rüyamda gördüm, Bursa’da konser verecekmiş. Konsere zar zor yetişiyorum. Sonra onu kaldığı otelin lobisinde görüyorum, bana gülümsüyor. (gülüyor)
Röportaj yapmak da istemiyorum, tanışmak da. Ne konuşacağım ki? Zaten şarkılarında ihtiyacım olan her şeyi buluyorum. Obsesif bir fan değilim. Obsesyonu olan insan şöyle düşünürmüş: “Onun da bana ihtiyacı var, ama bunu bilmiyor, beni tanısaydı çok mutlu olurdu.” Ben şöyle düşünüyorum: Bir arkadaşın var. Varsın seni tanımasın, sen onu tanıyorsun. Aranızda bir göz aşinalığı olduğunu da hissediyorsun, belki de sana öyle geliyor.
Hiç göz göze geldin mi?
Defalarca. Fan olmanın kötü bir tarafı var. Konseri önden izlediğinde, bütün şarkıları ezbere bilmek zorundasın. Bir şarkıyı söyleyemezsen, “ya farkederse” diye utanıyorsun. (gülüyor) Belki de adamın umurunda değil, ama sen üstüne alınıyorsun. Sanıyorsun ki, seninle çok ilgili. Gerçekten ilgili, ama seninle değil, senin temsil ettiğin şeyle ilgili. Sen bir seyircisin onun için.
Springsteen gerçekten sırdaşım, yoldaşım gibi gelmiştir. Her sabah mutlaka onun şarkılarıyla uyanıyorum. Cezaevi ve askerlik hariç, 1979’dan beri bu böyle.
“Seyirci Bruce Springsteen’in sanatının bir parçasıdır” derler.
Evet, aradaki o mesafeyi nasıl kaldırıyor, bilemiyorum. Hiç oynamıyor. Bruce Springsteen eğitiminden geçtikten sonra sahnede kim oynuyor, kim oynamıyor, anlıyorsun. Patti Smith bile Babylon’da oynuyordu bence, Mick Jagger her zaman oynuyor. Dylan da çok büyük bir ozan, ama onunla aramızda aşılmaz bir mesafe var. Bruce Springsteen bana gerçekten sırdaşım, yoldaşım gibi gelmiştir. Her sabah mutlaka –bugünlerde 7’yi çeyrek geçe– onun şarkılarıyla uyanıyorum. Cezaevi yıllarını ve askerliği hariç tutarsak, 1979’dan beri bu böyle.
Serdar Turgut senin için şöyle yazmıştı: “Bir insan sadece kaba bir taşralı hıyardan ibaret olan Bruce Springsteen’i nasıl olup da bu kadar sever, anlayamıyorum.”
Çoğu insan böyle düşünüyor, ama bilmemekten kaynaklanıyor. Tam tersine, entelektüel bir adam. Ayrıca, “taşralı bir hıyar” olsa ne olur? İnternette, Bruce Springsteen’in hangi romanlardan, hangi edebiyatçılardan etkilendiğini tespit etme yarışması açıldı, dünya çapında katılım oldu. Amerika’da bir üniversitede, Bruce Springsteen ile edebiyat ilişkisi üzerine büyük bir sempozyum düzenlendi… Serdar Turgut New York’u çözdüğünü düşünüyor, kendini New Yorker addediyor. Bruce Springsteen ise New Jersey’li. Bizim Avusturya Lisesi’nden mezun olup Viyana’ya gidenlerde bu duruma sık rastlanır: Diyelim ki karşıdan karşıya geçerken bir araba ters bir hareket yapınca, bizim mezunlar “galiba bir wiener (Viyanalı) değilsiniz” diye bağırırlar. (gülüyor)
Cezaevinde hiç Springsteen dinleyemedin, değil mi? Biz Devrimi Çok Sevmiştik kitabında, ‘68 hareketine ve sonra Kızıl Tugaylar’a katılmış iki İtalyan mahkûm, 1985 yılında, cezaevinde, Springsteen dinlediklerini, ona tutunduklarını anlatıyorlar Daniel Cohn-Bendit’e.
Ben 1987’ye kadar dört sene yattım, o dönem hiç Bruce Springsteen dinleyemedim, ama şarkılarını hep içimden söyledim… Yayın yoluyla komünizm propagandası ve orduya hakaretten ceza almıştım. Üç buçuk yıl Metris’te askeri cezaevinde kaldım, sonra Bolu Gerede cezaevine geçtim. Gerede’de televizyon vardı. Bir gün onu “We Are The World” klibinde gördüm, o ânı hiç unutamıyorum. Tahliye olduğumda annem ve annemin bir arkadaşı geldi beni almaya. Bu anne meselesi Türkiye’de, belki de tüm dünyada sosyalist harekette çok önemlidir. Neyse, eve geldik ve anahtarın olmadığını anladık: Annem heyecandan içeride unutmuş, eve giremiyoruz! Tek derdim eve girip Bruce Springsteen dinlemek! Sonra bekledik, babam geldi, kapıyı açtı, ben babama sarılmayı unuttum, direkt Bruce Springsteen kaseti koydum.
Demin türkülerle Springsteen arasında bir çelişki bulmadığını söyledin. Springsteen hâlâ kendi türkülerini yakmaya devam ederken, bizim denizimiz neden kurudu sence?
Şimdi gözümün önüne öldürülmüş bir arkadaşımız geliyor: Bedri Yağan. Hiç unutamam, sazla “Hış hışı hançer boynuma le ley” türküsünü söylerdi, yurdun bahçesinde… Bruce Springsteen’in geçen sene yaptığı We Shall Overcome: The Seeger Sessions albümü, grev yerlerinde, sivil haklar hareketi içinde Pete Seeger’ın söylediği halk türküleri. Bruce Springsteen, Amerika’nın travmatik bir şey yaşadığı ve dünyaya yaşattığı bir dönemde, bu albümü açıklarken “zaman içinde bu türküler uykuya daldılar” diyor, “şimdi, bunları farklı bir dönemde yeniden çaldığında uyanıp yeni bir anlam kazanıyorlar”. Mesela “O Mary Don’t You Weep”te “firavunun ordusu boğuldu” dediği zaman otomatikman aklına Bush geliyor. Top atışıyla iki bacağını kaybetmiş oğluna şarkı söyleyen bir anneyi anlattığı “Mrs McGrath”te, tabii ki Türkiye’deki savaşta hayatını kaybedenler, dağdakiler ve askerler düşüyor aklıma. O da bu şarkıyı söylerken Irak’ta ölen Amerikalı ve Iraklıları kastediyor…
Senin ülkendir, seversin, ama bir yandan da terketmek istersin. Springsteen’de bu duygu artık daha çok var. “Magic” albümü siyasi bir kopuşun göstergesi.
Son 20-25 yılda, sol hareketin yenilgi dönemlerinde, sahiden de türkü denilen şey sadece bir eğlenceliğe döndü. Oysa türküler ve folklor, üretimin ve üretim içindeki hayatın stilize halleri. Kardeş Türküler’in konserinde bir dans grubu çıktı ve bir Roman dansı yaptı. O an alnımın ortasına bir tokat yedim. Birden anladım ki, bana son derece bayağı gelen o hareketler ve o yürüyüş tarzı, Çingenelerin kriminalize edilerek polis tarafından toplanıp karakola ya da cezaevine götürülmelerinden ileri geliyor.
Bir taraftan halk türküleri hepten unutuldu veya farklı biçimde tüketilmeye başlandı. Ama diğer taraftan esas sorun, bugünkü hayatı kavrayacak, toplumsal dertleri olan yeni türkülerin, yeni şarkıların yokluğu. Ahmet Kaya, Türkiye’de bunu yapıp kitleselleşebilen son kişiydi. Sence Bruce Springsteen’le benzer tarafları yok mu?
Ahmet Kaya’nın Bruce Springsteen’e en çok benzeyen tarafı, bir atmosfer oluşturan hikâyeler anlatıyor olması. Suç atmosferinde de benzerlik var. Ahmet Kaya’nın aşk şarkıları şöyledir: İki sevgili sevişir, ama evi her an polis basabilir, erkeği ya da kadını diğerinden koparıp götürebilir. Bruce Springsteen şarkılarında da hayata sürekli suçun gölgesi düşer… Ahmet Kaya kitleselleşti, çünkü 12 Eylül karanlığı sadece solun üzerine çökmekle kalmadı, herkesi kapladı, parklarda el ele tutuşan insanları da topluyorlardı. Politikayla direkt ilgilenmeyen insanlar sandılar ki, bu karanlık yanlarından akıp geçecek. Ama aslında bu ruh durumu bütün toplumu etkiliyordu. Ahmet Kaya tam o döneme çok denk düştü. Normalde sol içinde kapalı devre kalması gerekirken, herkes sevdi Ahmet Kaya’yı.
Ahmet Tulgar ve pandemi döneminde yolunun birleştiği dostu Yoldaş
Annelerin sol hareketteki yerinden bahsetmiştin. Hemen Ahmet Kaya geliyor akla: “Metris’in önü kahveler, kahvede can annem bekler…”
1986 yılıydı, cezaevinde ilk defa anneler gününde açık görüş yapılacaktı. Önce bizi avluya aldılar, tek tek, ayrı ayrı masalara oturttular. Hepimiz bekliyoruz. Birazdan kapı açıldı ve annelerimiz girmeye başladı. Üç basamaklık bir merdivenden inerek yanımıza gelecekler. Hepsinin yüzü sapsarı ve merdiveni inen küt diye düşüp bayılıyor. Benimki biraz sağlam bir kadındır, bayılmadı, yanıma geldi. Şunu çok net hatırlıyorum: O kadar küçüktü ki. Annem normal boyda bir kadındır. Ama o kapıdan giren bütün anneler küçücük, şu kadarcık gibi geliyordu bana. O güne kadar bizim gördüğümüz şiddeti, baskıyı düşünüyorsun. Ve o kadın sana sarıldığı anda, bir daha hiç kötü bir şey başına gelemezmiş gibi hissediyorsun. Bu küçücük kadın öyle bir zırha dönüşüyor ki, yedi düvel gelse bana bir şey yapamaz diyorsun.
Türkiye’de müzik dışarıdan seyredilecek bir şey gibi algılanıyor. Halbuki Springsteen müziği seyirlik değil, emek isteyen, içine girmen gereken mekânsal bir şey.
Sonra konuşurken bileğinde bir mühür farkettim. Benimki böyle şeyleri anlatır, ama annelerin çoğu çocuklarına anlatmamış. O yaşlı kadınları kadın polisler çırılçıplak soymuşlar, kontrol etmişler, kontrol edilenlerin bileklerine mühür basıp içeri almışlar. Kadınlar o yüzden düşüp bayılıyormuş… Arjantin’de, Şili’de, bizde meydanlarda kayıp çocuklarının hesabını soranlar işte bu kadınlar…
Evet, Ahmet Kaya’da da anne imgesi çok güçlüdür. Bruce Springsteen’de de öyle. Şarkılarda hep annelerinden, evlerinden uzak düşen, geriye dönüşsüz bir yolculuğa çıkan insanlar var. Dışarıdaysa kapitalizmin acımasızlığı… Bruce Springsteen bunu çok iyi anlatır. Ahmet Kaya’da ise ciddi bir kapitalizm eleştirisi yoktur bence. Daha geçen gün “The Hitter”ın (“Devils and Dust” albümünden) sözlerini yeniden okudum. Şarkıda diyor ki: “Anne kapıyı aç, zinciri çöz, yağmura yakalandım, senden hiçbir şey istemeyeceğim, bana bir şey söylemek zorunda değilsin, sadece bir gece kalıp yoluma gideceğim… Sen beni Southern Queen’de bıraktığında daha çocuk yaştaydım, arkamdan bir polis kovalıyordu, New Orleans’a kaçtım, tersanelerde çalıştım ve kazandığım para gösterdi ki, suç benim evim, kan benim mesleğim…”
birartibir'de yayımlanan röportajın tamamını okumak için TIKLAYIN
İsveç'te yayınlanan Dagens ETC gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Andreas Gustavsson, İBB operasyonu sonrası yaşanan gelişmeleri takip etmek için İstanbul'a gelen İsveçli gazeteci Joakim Medin'den haber alınamadığını söyledi.
Gustavsson, en son perşembe günü görüştüğü Medin'in gözaltına alındığını ve sorguya götürüldüğünü söylediğini ifade etti.
ETC gazetesinin yöneticileri, Dışişleri Bakanlığı ile temasa geçtiklerini ama bir sonuç alamadıklarını öne sürdü.
Joakim Medin kimdir?
Joakim Medin, İsveç'te yaşayan bir gazeteci, yazar, eğitmen ve fotoğrafçıdır. Aslen bir lise öğretmeni olan Medin, gazetecilik kariyerine 2009 yılında Honduras’taki darbe sırasında başladı. Araştırmacı gazetecilik ve dış haberler konusunda derin bir ilgisi vardır; çoğunlukla sahadan, demokrasi gelişimi, siyaset, popülizm ve aşırılık, insan hakları, silahlı çatışmalar, mülteci krizi ve yoksullukla ilgili konular üzerine yazılar kaleme aldı.
Yayımlanmış altı kitabı bulunan Medin, ayrıca birçok ortak kitap çalışmasında ve çeşitli raporlarda da yer aldı. Mesleği, çalışma alanı ve keşifleri üzerine sıkça konferanslar vermektedir.
Türkiye’deki dokuz bağımsız medya kuruluşu —Artı Gerçek, BirGün, Diken, Ekonomim, Gazete Pencere, Kısa Dalga, Medyascope, T24 ve ilketv.com.tr— Google’ın haber sitelerine karşı uygulamaya koyduğu algoritma değişikliğine karşı açıklama yaptı.
Açıklama Gazete Duvar’ın kapanışının ardından geldi. Google’ın bağımsız medyaya "yıkıcı bir ambargo" uyguladığını belirten medya kuruluşları okur erişiminin ciddi şekilde engellediğini kaydetti.
‘Keşfet’ ve ‘Haberler’ araçları üzerinden yönlendirilen okur trafiklerinin yüzde 98 düştüğünü aktardı.
Google’ın bu değişikliğe dair herhangi bir gerekçe sunmadığını ekleyen medya kuruluşları karşılarında muhatap bulamadığını ifade etti.
Okurlara da bir çağrı yapan medya kuruluşları Google yerine doğrudan haber sitelerini ziyaret etmeleri ve bağımsız medyayı abonelik ve bağışlarla desteklemeleri çağrısı yaptı:
"Kurumların mali yapılarına geri dönülmez zararlar veriyor"
"Türkiye’de yayın yapan bağımsız medya kuruluşları olarak bir kez daha Google’ın okur trafiğimize uyguladığı ambargo ve bu ambargonun yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Tüm kamuoyunun, özellikle de okurlarımızın, durumun ciddiyetinin farkına varmasının hayati önemde olduğunu vurgulamak istiyoruz.
Haber sitelerine yönlendirilen trafik akışı, ilk kez Ekim 2024’te ortaya çıkan ve yaklaşık 1 ay süren ambargonun ardından Ocak sonundan itibaren yeniden yok edildi. Google’ın ‘Keşfet’ ve ‘Haberler’ araçları üzerinden yönlendirilen okur trafiklerinin yüzde 98’i, bağımsız medya kurumlarının ağırlığını oluşturduğu çok sayıda haber sitesi için bir günde ortadan kaldırıldı.
Algoritma değişikliği dâhil hiçbir makul açıklaması olmayan bu ani ve büyük trafik kayıplarına karşılık tüm girişimlerimize rağmen Google ile sağlıklı ve sürekli bir muhataplık ilişkisi de kurabilmiş değiliz.
Önemle belirtmek isteriz ki Google’ın hiçbir denetime uğramadan, salt kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaptığı trafik akışı değişiklikleri yalnızca medya kurumlarının görünürlüklerini etkilemekle kalmıyor. Google tarafından görmezden gelinenlerin ağırlığını bağımsız medya kurumlarının oluşturduğu bu ‘yeni’ internet haber ekosistemi, kamuoyunun habere erişimini de zorlaştırıyor. Uzun vadede ise bu durum, zaten birçok baskı ile mücadele eden medya kurumlarının mali yapılarına geri dönülmez zararlar verme riski taşıyor.
Okuduğunuz açıklamayı hazırladığımız günlerde, metnin altında imzası bulunması gereken Gazete Duvar’ın kapanması, tam da dikkat çekmeye çalıştığımız tehlikenin ne denli gerçek olduğunu ortaya koyuyor.
Bu nedenlerle, Türkiye’de yayın yapan bağımsız medya kuruluşları olarak Google’ın bu tutumuyla çalınan kurumsal haklarımızın, çalışanlarımızın emeğinin, okurlarımızın desteğinin her platformda takipçisi olacağımızı duyuruyoruz.
Başta Rekabet Kurumu olmak üzere hem yerel hem uluslararası hukuk mercilerinde yapılacak başvurularımızla bu mücadeleyi sürdüreceğimizi ve Google’ın bütün dünya ile birlikte ülkemizde de yarattığı bu tahribatın ısrarlı takipçisi olacağımızı ilan ediyoruz.
Ayrıca Türkiye’de konuyla ilgili devlet kurumlarını da gerekli önlemleri almaya, Google’ın ya da başka teknoloji tekellerinin kamuoyunun haber alma hakkı ve bağımsız gazetecilik çabasını hedef almasına izin vermeyerek yerel medyayı güçlendirecek düzenlemeleri hayata geçirmeye, bu çalışmaları sırasında da medya kurumları arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin fikir alışverişi kanallarını açık tutmaya davet ediyoruz.
Reklam verenlere çağrı
Türkiye’de üretip Türkiye’de kazanan reklam verenlere de bir çağrımız var:
Gelirinizin önemli bir kısmını tüketiciye ulaşmak ve görünür olmak için internet reklamlarına aktarıyorsunuz. Ancak tüketiciyle en önemli buluşma noktalarından olan haber siteleri Google ambargosu yüzünden yüzde 90'a varan okur kayıpları yaşadığı için bu yatırım da hedefine ulaşmıyor. Sizleri, Google ve diğer teknoloji şirketleri bu tutumlarından vazgeçip, şeffaf bir şekilde ve yasal düzenlemelerle garanti altına alınmış̧ bir düzen kurulana kadar reklamlarınızı doğrudan ülkemizde yayın yapan medya kuruluşlarına yönlendirmeye davet ediyoruz.
Okura çağrı
Son çağrımız da okurlarımıza:
Bağımsız medyanın yaşadığı kriz, özgürce haber almak isteyen tüm yurttaşların krizidir. Daha da ötesi bu bir demokrasi krizidir.
İnternette haberleri Google üzerinden değil doğrudan okuru olduğunuz internet sitelerine girerek okuyun, bu gizli ambargoyu delerek bağımsız medyaya destek olun!
Eğer imkânınız varsa, takip ettiğiniz medya kuruluşlarına abone olarak, bağış yaparak katkı verin.
Bugünleri ancak siz okurlarımızın desteği ve dayanışmasıyla aşabiliriz.