Eskiler iktidarı ve devleti "insanın birbirinin kurdu olmasını önleme"nin doğurduğu bir ihtiyaç olarak tanımlamış. Bunu söyleyenler buna inanmışlar mıydı, bilmiyorum. Gerçekte ne oldu; kurt adamlaşma engellendi mi yoksa devlet, daha çok kurt kapanına egemenlerin dışındaki kesimleri hapsetmeye mi yaradı?
Bu hafta biraz devletlerin aklından bahsedeceğim. Aslında görünürlüğü açısından özellikle içinde hapsolduğumuz ve geçmeye çalıştığımız şu günlerde hiç de yabancısı olmadığınız bazı hallerinden.
Eskiler iktidarı ve devleti "insanın birbirinin kurdu olmasını önleme"nin doğurduğu bir ihtiyaç olarak tanımlamış. Bunu söyleyenler buna inanmışlar mıydı, bilmiyorum. Gerçekte ne oldu; kurt adamlaşma engellendi mi yoksa devlet, daha çok kurt kapanına egemenlerin dışındaki kesimleri hapsetmeye mi yaradı? Siz ne dersiniz?
Benim Adım Luz
Önce uzaklardan bir kitap. "Benim Adım Luz" (Elsa Osorio/Çeviren- Cansu Akkoyun) romanı Dipnot Yayınları'nın politik polisiye serisinden çıktı. Aynı dizinin diğer örnekleri gibi başarılı. Hemen baştan söyleyeyim bol ödüllü Arjantinli yazar Osorio'nun öteki kitaplarının da çevrilmesini, yayımlanmasını merakla beklemekteyim eminim benim gibi başkaları da vardır.
Romanın orijinal ismi "A veinte años, Luz" olan, "Benim Adım Luz" yazarın altıncı kitabı. 1998'de yayımlanıyor fakat başlangıçta yayıncı bulmakta zorlanıyor. Osorio ülkesinde yeterince bilinmesine rağmen netameli konulara girmek anlaşılan 1976 Cuntası'nın artıklarının inişli çıkışlı da olsa henüz etkin pozisyonu kaybetmediği Menem dönemi Arjantin'inde pek de hoş karşılanmıyor.
Kaybedilen devrimcilerin çalınan çocukları
Engellemelere rağmen yayımlanan roman Cunta dönemini, özel olarak kaybedilen devrimcilerin çocuklarının çalınması-evlat edinilmesi ve bunun getirdiği büyük ve sabırlı bir "arayış"ı konu ediyor. Gerçekçiliği ve anlatım tarzıyla da ön plana çıkan kitaplardan.
Muhtemelen aynı zamanda ilklerden. Kitap Uluslararası Af Örgütü'nce ödüllendirilirken, çok sayıda dile çevrilip bir çok ülkede de yayımlanarak hak ettiği ilgiyi görmüş. Kitap sonra dünyanın farklı köşelerinde radyo programlarına, baleye, tiyatroya, tezlere konu olurken, İskandinav ülkelerinde İspanyolca öğrenmek için kaynak kitaba bile dönüşmüş...
Yukarıda ilklerden bahsederken aklıma "daha adil bir dünya istedikleri için kaybedilenler"in çocuklarını evlat edinme/çalma meselesini konu alan bir film geldi. Hem de cuntanın iktidardan uzaklaşmasının üzerinden çok zaman geçmeden yapılmış olan bir film: "La Historia Oficial" (Resmi Tarih/Yönetmen-Luis Puenzo-1985). Film gösterildiği yıllarda birçok uluslararası ödül almış. Bu dönemleri konu alan başka filmler de var ve bunların çoğu "Batılılar"ca ödüllendirilmiş. Kuşkusuz ödüllendirilen eserler her şeyden önce yaratılardır yine de acaba bunun arkasında 30 bin kişi kaybedilirken bir şey yapamamanın/yapmamanın suçluluğundan duyulan bir pay da olabilir mi?
Şimdi özellikle 2000'li yılların ortasında başlayan hesaplaşma süreci sonrası elbette bu konuları daha açıktan tartışmak, bu benzer başlıklar etrafında sanat yapmak çok daha kolaylaştı. Bu doğrultuda uğraş verenler de arttı. Tabii burada en büyük pay yapılabildiği kadarıyla Arjantin'in geçmişle hesaplaşmasının öncüsü, militanı olan Büyükanneler ve Anneler'e ait. Onların yılmaz uğraşı sayesinde sayılarının 500 kadar olduğu tahmin edilen "çalınmış çocuklar"dan 130. geçen yıl bulundu. Ve hâlâ aramaya devam ediyorlar...
Tekrar kitaba dönelim, kanlı geçmişten kurtulabilirsek. 30 bin insanın, devrimcinin kaybedildiği cunta süreci (1976-1983) Arjantin toplumu üzerinde halen izleri sürmekte olan ciddi bir tahribat yarattı. Osorio'nun "'yazabilmek' 20 yılımı aldı" dediği kitap bu travmanın bir parçası ve aynı zamanda ürünü. Yazar dünyanın başka yerlerindeki insanların Arjantin'deki bir trajediye ilgi duyacağını düşünmemiş fakat sonunda "Bu roman insan haklarının tüm insanlığı ilgilendiren iki kelimeden ibaret olmadığını doğrulamama izin verdi" diyor. Evet bu meseleler bütün insanlığı ilgilendiriyor ama sanıyorum burada nasıl ilgilendiğimiz sorusu devreye girecek. Bu konuya daha sonra ele almaya çalışacağım.
Mayıs Meydanı Büyükanneleri (La Asociación Civil Abuelas de Plaza de Mayo) kayıp torunlarını aramak için 1977'de Anneler'le birlikte mücadeleye başlarken Abuelas Argentinas con Nietitos Desaparecidos adını taşıyorlardı. (Bu konudaki anımsatmasından dolayı Dilan Bozgan'a teşekkür ederim.) Çeşitli kaynaklar Plaza de Mayo Madres adının doğaçlama, kendiliğinden şekillendiği ve Büyükanneler'in de 1980'de artık bilinen adlarıyla yani Abuelas de Plaza de Mayo olarak kendilerini anmaya başladıklarını söylüyor.
12 Büyükanne'nin başlattığı mücadele bugünlere kadar geldi. Geçen zamanda çoğu kurucu hayatını kaybetti. Fakat ilerleyen yaşlarına rağmen Mirta Acuña de Baravalle gibi mücadeleye devam eden ilk isimlerden yaşayanlar da var. Bu direnişin daha başlarda cunta tarafından kaybedilenleri de oldu. Plaza de Mayo Anneleri hareketinin kurucularından Esther Ballestrino, Azucena Villaflor ve María Ponce'nin de dahil olduğu 12 isim 1977 Aralık'ında kaçırılarak kaybedildi. Bu insanların 30 Nisan 1977'de başlattıkları yürüyüş durmasa da maalesef kendi sonları evlatlarınınkine benzedi...
Görüldüğü üzere Devlet somut bir varlık. Darbe ortamı oluşturan, darbe yapan, göz altına alan, işkence yapan, tecavüz eden ve en nihayetinde öldüren diyeceğim ama o kadar kolay bitmiyor kötülükleri; bununla kalmayıp cesedini yok eden, mezarını tahrip eden, kayıtlardan silen, çocuğunu-çocukluğunu elinden alan, sansürleyen, süren, iş bulmasını engelleyen... Ama aynı zamanda aç! Daima ruhu kan bekleyen "aç" bir vahşet abidesidir!
Hikâyenin diğer yüzü
Hikâyenin diğer yüzünün nasıl şekillendiğinin belki ama ne zaman başladığının bütün bu olanlardan sonra aslında bir önemi yok. Yine de son dönem dikkatimi çeken birkaç haberi size de aktarayım.
Haber, "ABD'nin The Washington Post gazetesi, Almanya'nın kamusal yayın kuruluşu ZDF, İsviçre'nin kamusal radyo televizyonu SRF'nin ortak araştırma haberi, 'Yüzyılın istihbarat darbesini ortaya çıkardı'" diye başlıyor. "Almanya'nın dış istihbarat kuruluşu BND ile ABD'nin dış istihbarat servisi CIA'in ortaklaşa dinleme faaliyetleri yürüttüğü ortaya çıktı. BND ve CIA'in çalışanları tarafından hazırlanan belgelere dayandırılan haberde, iki istihbarat servisinin 1970-1993 yılları arasında yürütülen operasyonda 130 ülkeye Crypto cihazları satan bir şirket üzerinden şifreli haberleşmelerin dinlediği belirtildi diye" devam ediyor. BND operasyondan 1993'te ayrıldığını açıklasa da her iki kurum da 2018'e kadar dinlemeleri sürdürüyor.
Haberin bu yazıyı yakından ilgilendiren kısmı Arjantin'in cunta yönetiminin de o yıllarda dinlenenler arasında oluşu. Araştırma sonucu çıkan BND'nin "Rubikon", CIA'in "Minerva" olarak adlandırdığı dinleme operasyonu belgelerine göre:
Arjantin'de 30 binden fazla insan katledilirken ve çoğu diri diri helikopterlerden nehre, okyanusa atılırken seyirci kalındı. Belgelere göre ABD kadar Almanya da Arjantin'deki bütün askeri-diplomatik iletişimden haberdardı, ama Sosyal Demokrat Başbakan Helmut Schmidt 1978'de Arjantin'de düzenlenen Dünya Kupası'na protesto yerine Alman milli takımını gönderdi. Şili Pinochet darbesi-diktatörlüğü süreci için de aynısı geçerli.
Yine belgelere göre aynı CIA ile BND, Crypto cihazları sayesinde, Nisan 1982'de Arjantin cuntasının Falkland/Malvinas adalarının işgaliyle ilgili adaların bağlı olduğu Britanya'ya her adımda istihbarat verdi. Aslında dönemin Britanya Başbakanı Margaret Thatcher, bu istihbarat sayesinde savaşı önleyebilirdi, ama onun yerine saldırmayı seçti. Kriptolu haberleşmeleri yakalanan General Belgrano isimli Arjantin savaş gemisi, 2 Mayıs 1982'de bir Britanya denizaltısı tarafından batırıldı, gemi ile beraber sulara gömülen 323 kişi, Arjantin ordusunun bu savaştaki kayıplarının yarısından fazlasını oluşturdu.
Sonuçta olanlarda elbette bir sürpriz yok, sanıyorum şaşkınlık kendilerini uluslararası alanda insan hakları savunucusu diye pazarlayan kurumlara ve kişilere ait olmalı. Çünkü çoğu zaman kendilerini finanse eden devletlerin/kurumların yaptıklarını görmezden geliyorlar. Arjantin meselesinde bunun insani maliyeti ortada. Dönemin ya da bugünün insan hakları savunucuları acaba bunların üzerine düşünmüş müdür?
Onlar sormasa da bugün Anneler BND ve CIA'nin ne yaptığının farkında. Mesela Nora Cortiñas "Dokuz yıl süren diktatörlükle iş birliği yaptılar. Kiliselerin dahil olduğu, sivil, askeri ve ekonomik bir diktatörlüğün iş birlikçileri oldular" diyor.
"Kirli savaş"
Batı'nın istihbari-kontra-akademik aklı Arjantin'de olanlara sadece "duyarsız" kalmakla yetinmedi, uygulanan devlet terörünü aklamak için sürece "kirli savaş" adını taktı. Aslında bu kafanın bize de iktidar olan "sağ-sol kavgasına son verdik, anarşi-terörü bitirdik..." yalanlarını sıralayanlardan esas itibarıyla bir farkı yok.
2001 kalkışması sonrası gerçekleşen geçmişle hesaplaşma sürecinde bu meseleler en azından genel anlamda aşıldı sanıyorduk. Fakat neoliberal Macri iktidarı aslında sola dönük soykırım uygulamasının faillerinin gerçekte pusuda beklediğini gösterdi ve cesaret bulunca yeniden sahne almakta çekinmediklerini de. Yeni seçilen Devlet Başkanı Alberto Fernández'in de muhtemelen uluslararası sermayenin desteğini alabilmek için geçmişe dönük pragmatist yaklaşım içinde olduğu görülüyor. Fernández'in diktatörlükle hesaplaşmayı kastederek "Artık bunları geride bırakalım yeni bir sayfa açalım" sözleri kanlı geçmişle hesaplaşmayı sürdürmek yerine Anneler'in sözüyle "soykırımcıları affetmek"le eş değer. Yeni Başkan Fernández bu yaklaşımıyla özellikle Mayıs Meydanı Anneleri gözünde kredisini şimdiden tüketti. Onlar hesaplaşmayı sonuna kadar taşıyacakları, evlatlarına ne olduğunu bilmenin hakları olduğunu, arşivlerin açılması gerektiğini bir kere daha ifade ettiler.
24 Mart 1976'da iktidara gelen cunta belli bir ekonomik sosyal politikayı uygulamak için geldi. Ve ülkenin zenginleri bu süreçte kazandı. Hâlâ da öyle. Onların sürdüğü ihtişamlı yaşamın bedelini ise her şeyden önce halk canıyla ödedi. Bütün bunları unutmak için yeni bir sayfa açmak demek elbette ancak adaletin sağlanmasıyla olur.
Son mu başlangıç mı?
Arjantin devletinin bu işlere ne zaman, nasıl başladığını tam olarak ifade etmese de nasıl hızlandığını gösteren bir belge Buenos Aires'te ele geçti. Nazi suçluları mahkeme önüne çıkarmasıyla tanınan Simon Wiesenthal Merkezi adına çalışan Pedro Filipuzzi tarafından eski bir depoda bulundu. Basına yapılan açıklamaya göre faşizmin 2. Dünya Savaşı'nda yenilgisi sonrası Arjantin'e kaçan 12 bin Nazi'nin bu listede ismi var.
İşin birçok boyutunu, 1945 öncesi Arjantin'de hüküm süren Nazi yanlısı iktidarları falan bir kenara bırakıyorum acaba sizce Arjantin'e taşınan bu Naziler ne yaptı? Bir kısmının Córdoba taraflarında tarımla uğraştığını biliyorum. Ya diğerleri "el ve zihin alışkanlıklarını" terk mi ettiler, ya da bütün irinlerini akıtmak için mümbit topraklar mı buldular, ne dersiniz?
* Her 24 Mart'ta olduğu gibi bu yıl da Arjantin'de halk "unutmadık, affetmeyeceğiz!" sloganlarıyla meydanları dolduracaktı. Fakat muhtemelen Korona salgını bu sene büyük katılımlı anmalara izin vermeyecek.
Sevim Belli, devrimci karakterinin kaçınılmaz bir yansısı olarak yüzü Kürtlere, kadınlara, gençlere dönük yaşayışının her dem taze tuttuğu bir insandı.
Türkiye sosyalizminin anıtlaşmış bir şahsiyetine, Sevim Belli’ye veda ediyoruz. Her ölüm, o hayattan güç alanlar için yeterince trajiktir. Ama onu toprağa verirken içimizin sızlaması yalnızca bu, davaya sadakat anıtının geri gelmemecesine aramızdan ayrılmasından değil, Sevim Belli’nin son ferdi olduğu sosyalist hareketimizin çok özel bir kuşağının da onun gidişiyle mutlak olarak “ebediyete intikal” edecek olmasından…
Sevim Belli, aramızdan ayrılana kadar, “eski sosyalistler” kuşağının yaşayan sonuncu halkasıydı. “Eski sosyalistler” tek parti devrinde de, Demokrat Parti devrinde de, toplumsal ve entelektüel yaşamın kıyısına itilmeye direne direne sosyalist teoriyi yüksekte tutarak; sosyalist politikayı işçilere taşımak uğruna polis takibine, falakalı işkencelere, hücre hapislerine göğüs gererek; cezaevlerinde olmadıkları tüm zamanlarda fikri maddesiyle buluşturmak için yeni yordamlar, siyasi polisi atlatmak için yeni yöntemler icat ederek daima işçilere ve gençliğe ulaşma gayretini sürdüre gelen 1910-20 doğumlu devrimcilerdi.
Onlar, 1960’larda Türkiye’nin üzerindeki deli gömleği bir nebze yırtılır yırtılmaz buluşacakları 1968’liler için de, siyasi polis ve istihbarat için de, antikomünist basın için de “önemli”ydiler. Bu önemin kaynağında 1930’ların sonlarından 1950’lerin sonlarına kadar süren çok ağır baskı koşullarında bir yandan Marksist teoriye sıkı sıkıya sarılırken öte yandan fikri kitlelere taşımak gayretinden de asla caymayan sebatkârlıkları ve örgütlerini hayatları pahasına savunurken işkencecilerinin bile saygı duymaksızın edemeyecekleri yüksek ahlaki ilkelere bağlı kalışları vardı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Sevim Belli, Şevki Akşit, Nuran Akşit, Rasih Nuri İleri ve diğerleri, 1960’larda gürül gürül akmaya başlayan siyasal düşünce ve yazın alanından aydınlara, öğrencilere, işçi önderlerine ulaşarak geniş bir parlamento dışı demokratik mücadele platformu inşasına ön ayak olma çabalarının başını çekerken Marksist düşünce kaynaklarının yeni kuşaklara ulaştırılmasında da istisnai bir rol oynadılar.
Denebilir ki, onların sistematik çabaları olmasa, Türkiye sosyalist hareketi devrimci teoriye çok daha kısmi ve iğreti bir biçimde ve çok daha gecikerek ulaşmış olurdu. Sevim Belli, bu kuşağın ve bu özel insan topluluğunun, sosyal ve politik hayatta en öne çıkan bir üyesi olmayabilirdi ama, bu başına gelmedikçe önde olmayı şu kadar olsun önemsemediğini, kendisini Marksist düşünüşün baş yapıtlarını gençliğe ve aydınlara taşımakla görevli saydığını okumaya vakit ayıranlar bilir.
Geriye dönüp baktığımızda pek çok Marksist düşünce kaynağının ve Marksizmin üzerinde yükseldiği entelektüel mirasın genç kuşaklara onun çevirileriyle ulaştığını görebiliriz: Marx ve Engels’in yapıtları Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Alman İdeolojisi, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Ücretli Emek ve Sermaye, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı; Lenin’in felsefi metinleri, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sosyalizm ve Anarşizm; Charles Darwin’in Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyişi, İbni Haldun’un Mukaddimesi hemen akla gelenler…
Sevim Belli’yi Mihri Belli’den ayrı düşünmek pek güç de olsa, henüz 20’lerinin başlarındaki devrimciler bile ikisinin başlı başına birer şahsiyet olduğunu ilk bakışta sezebilirdi. Tanımayanlar, Türkiye’nin en uzun ömürlü devrimcilerinden biri olmasına bakarak Sevim Belli’nin kişiliğinin baskın bir biçimde 1950’lerin, 1960’ların havasını barındırdığını düşünmeye eğilimli olabilirler.
Oysa Sevim Belli, devrimci karakterinin kaçınılmaz bir yansısı olarak yüzü Kürtlere, kadınlara, gençlere dönük yaşayışının her dem taze tuttuğu bir insandı. 1990’lar sonrasının tüm yeniden kuruluş süreçlerinde sorumlu roller üstlendi. Zamanın izini en çok Sevim Belli’nin bakışlarında görebilirdiniz -ama yaşam yorgunluğunun değil, görmüş geçirmişliğin yansısı olarak.
“Eski sosyalistler” bu dünyadan şanla şerefle geçtiler, Sevim Belli’nin en sona kalmasını bu kuşağımızın çektiği bunca zahmete doğanın verdiği bir ödül olarak düşünmek de mümkün. Hiçbir “sertlik” gösterisi "eski sosyalistler"in kapitalizme ve zulme meydan okuyuşunu, Sevim Belli’nin bütün fotoğraflarında dudağının kenarına yerleşiveren o hafif müstehzi ifadeden daha “sertçe” özetleyemez.Hiçbir görüntü, kuşağının öz saygısını ve ait olduğu yüksek ahlaki değerler evrenini Sevim Belli’den intikal eden zarafetten daha güzel bir surete büründürerek temsil edemez.
Geride bıraktıkları bu büyük mirası hak etmek, sonraki kuşaklarımız için büyük bir sorumluluk sınavı olacak.
Sevim Belli’nin adı ve eseri devrim ve sosyalizm mücadelemizdeki müstesna yerinde yaşamaya devam edecek.
*Bu yazı ilk olarak Ertuğrul Kürkçü'nün X hesabında yayımlanmıştır.
Şimdi büyüdüm mü desem kocadım mı bilemedim! Fakat hâlâ o kâğıttan gemilerden birkaç tanesi içimdeki ummanda yüzüyor. Belki de onlar, çocukluğumun en saf hayallerini taşıyor.
“Çocukken, kâğıttan en çok ne yaptın?” diye sorulduğunda, hiç tereddüt etmeden “Gemi” derim. Evet, ben de karasal çocuklar gibi kâğıttan en çok gemi yaptım.
Denizi olmayan köyümde yaptığım bu kâğıttan gemiler, hayal gücümün sarkıtlarıydı. O gemileri, sadece kâğıttan değil, özlemden, meraktan ve keşfetme arzumdan yapardım. Küçük Prens’deki tilkinin dediği gibi, “Gözlerin göremediği şeyleri görmek için kalp gerekir.” Benim kâğıttan gemilerim de gözle görülmeyen denizlerde yüzer, olmayan rüzgârlarla yol alırdı. O gemileri su birikintilerine bıraktığımda, aslında kendi içimdeki okyanuslara yelken açardım. Belki de denizi hiç görmemiş çocuklar gibi, kendi gemimle özgürlüğü arardım. Bu yüzden o gemiler, özgürlük arayışımın simgeleriydi.
Kâğıttan gemilerim, bazen de olduğu yerde suya batar, kaybolur ya da su birikintisinin kenarına vurur, ıslanır, dağılırdı. Ama o gemilerin kayboluşu, benim için asla bir son değildi. Tıpkı Marlow’un Kongo Nehri’nde kayboluşu gibi, her kayboluş, yeni bir keşfin başlangıcıydı. “Kaybolmak, bazen kendini bulmaktır.”
Kâğıttan gemilerim de kaybolurken, aslında bana kendi içimdeki maceracı ruhu hatırlatırdı. Onlar su birikintilerinde yüzerken, büyük denizlerde nasıl yol alacağımı öğretirdi. Her katlanış, bir ders; her bırakılış, bir umuttu.
Şimdi büyüdüm mü desem kocadım mı bilemedim! Fakat hâlâ o kâğıttan gemilerden birkaç tanesi içimdeki ummanda yüzüyor. Belki de onlar, çocukluğumun en saf hayallerini taşıyor.
Tutku mu yoksa ısrar mı, ancak psikoloğum buna açıklık getirebilir. Fakat dostlukları da nedense en çok gemilere benzetirim ve limanlar da hayallere. Farklı ama güç yolların kesiştiği noktada, duygudaşlık kurar, aynı amaçların etrafında kenetleniriz. “Gerçek dostluk, fırtınada belli olur” Bu yüzden her dostluk, tıpkı bir gemi gibi, fırtınaya hazır olmalıdır.
Kimi yüz metre kimi dört yüz metre uzunluğunda, kimi bir sokak kimi bir mahalle kadar geniştir groslar. Gururludur ve heybetlidir; hayatımızın sularında yüzen, kendinden emin, kaburgası kalın, sebatkâr ve mağrur dostlarımız gibi. Puslu havalarda sağımızda, solumuzda, arkamızda, önümüzde oldular; asil, fehametle, minnetsiz vakur duruşlarıyla dostlarımız.
Nâzım Hikmet, “Dostluk, birbirinin yükünü paylaşmaktır” der ve bu yük, bazen bir kâğıttan gemi kadar hafif bazen de bir gros kadar ağır olabilir. İnce Memed de, “Dostluk, dağlar kadar yüce, denizler kadar derindir” demiştir. Bu yüzdendir ki büyük ustanın romanlarında doğa, insan ve dostluk iç içe geçer; tıpkı su birikintilerinde yüzerken, kâğıttan gemilerin bize hissettirdiği gibi, dostluk da hayatın engin sularında bizi ayakta tutar.
Mevzu edebiyat ve dostluksa eğer; karasal iklimlerde yaşamış fakat şiirlerinde en fazla ‘Mavi’ yi kullanan Usta Şair Ahmed Arif’ten “Dostuna yarasını gösterir gibi” bahsetmeden geçmek yakışık durmazdı. Onun dizeleri, dostluğun sessiz, asil, vakur ve güçlü varlığını hatırlatır bize.
Dostluk, yüreklerin birbirine dokunmasıdır. Bu dokunuş, bazen bir kâğıttan gemi kadar zayıf başlar ve bir gross kadar güçlü devam eder.
“Dostluk, bir dağın eteklerinde başlar, gökyüzüne kadar yükselir.” Bu yükselişte yeni maceralara açılırken ve hayatın fırtınalarına karşı koyarken; manası, gayesi, hayalleri, onuru ve ütopyası olan insanların hayatınızdan hiç eksik olmaması dileğiyle, nice dostluklara…
Avukat, şair ve yazar. İlk öğrenimini Diyarbakır, orta öğrenimini Adana’da tamamladı. 1998’ de Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde öğrenciyken, ilk şiirleri ve denemeleri üyesi...
Avukat, şair ve yazar. İlk öğrenimini Diyarbakır, orta öğrenimini Adana’da tamamladı. 1998’ de Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde öğrenciyken, ilk şiirleri ve denemeleri üyesi olduğu DİSED (Diyarbakır Edebiyatçılar ve Sanatçılar Derneği) bünyesinde çıkan Amida dergisinde yayınlandı. Mevzu Edebiyat’ta denemeleri yayınlandı. 2011 Yılına kadar öğretmenlik yaptı. Daha sonra yarıda bıraktığı hukuk öğrenimini CİU Hukuk Fakültesini bitirerek 2015 yılında tamamladı.