"Kitapta günümüze doğrudan gönderme yapan tek bir konu var"
Tolstoy epigrafı, idamın gündemleşmesi, milliyetçilik ve Abdülhamit; AKP'nin Oğuzhan Asiltürk ''tercihi''? Feminizm, kadınları en iyi anlatan erkek yazar kim? Pandemide hayat?
Orhan Pamuk'la Büyükada'daki evinde buluştuk; Veba Geceleri'nden pek de uzaklaşmamaya, konuyu dağıtmamaya çalışarak daldan dala konuştuk. Masumiyet Müzesi ile bianet ofisi birbirine çok yakın, komşuyuz, yazın da Büyükada'da komşu sayılırız. Büyükada da, Çukurcuma da Minger'de yer kapmışlardı kendilerine.
Veba Geceleri Mart'ta çıkar çıkmaz bizim eve geldi, pandemi ağırlığında okurlar Yapı Kredi'nin İstiklal'deki kitapçısında sosyal mesafe özeniyle sıraya girmişlerdi. Kitabı heyecanla, kimi okurlar gibi bitmese diye diye bitirdim. Minger adasının, Pamuk'un konuşurken de söylediği gibi postanesinden hastanesine, vilayetine, Splendid oteline adım adım kurulmasını izlemek, düşlemek adeta kıskanılasıydı.
Orhan Pamuk salgını yazarken dünya asla hayal edemeyeceği bir salgının içine düştü, salgın hala bitmedi. Mart'tan bu yana da sel, müsilaj, yangınlar, yeniden sel derken doğanın değil insanın yarattığı felaketler birbirini izledi. Sinema, tarih, edebiyat, siyaset, kitaptaki göndermeler, yazarın özgürlüğü, kuşatılmışlığı, sorumluluğu, okurla ilişkisi üzerine konuştuk.
Söyleşinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz.
Sofya'nın eşi Tolstoy’un elle yazdığını romanları daktiloya geçirdiği yazılıyor, söyleniyor.
Şimdi bunu şeye hazırlık olarak soruyorsunuz. Sizin sorunuzda hafif bir negatiflik olduğu için ben negatif cevap vereceğim. Nadire hanım, karısı daktiloya geçirmiyor elle yazıyor, o zaman daktilo kullanmıyordu Tolstoy’un karısı. Tolstoy yazısını bırakıyor, yarına bunu postaya vereceğiz, Petersburg’ta dizgi matbaaya gidecek. Karısı Tolstoy’un elle yazdığı romanı sabaha kadar elle kopya ediyor.
Mahçup oldum şimdi.
Karısı daha da çilekeş, onu söylemek istiyorum. Tolstoy uyurken karısı sabaha kadar kopya ediyor. Sabah postaya verilmesi lazım. Temiz kopya yollamak istiyorlar. Onlar aristokrat gibi temiz kopya yollamak istiyorlar, Proust gibi balonlar koymak istemiyorlar. Tolstoy uyanıp kalkıyor, "aa" diyor bir kere daha okuyor ve gene yazıyor temiz kopyaya, karısı da bir daha yazıyor.
Tolstoy benim kahramanım. Onların evine de gittim, her şeyini izledim ve çok değer veririm onların ilişkisine, bütün hayatlarını birlikte geçirmişler, bütün hayatları boyunca kavga da etmişler. Bu konuda da saydamdırlar. En sonunda belki doğru belki değil, ölümünden bir hafta evvel karısını son bir kere daha terk etmiştir, son bir kere daha barışarak. Bence bu romantik her dakika el ele tutuşan çiftlerden daha gerçekçi, daha anlaşılan bir hikâyedir.
Siz de elle yazıyorsunuz?
48 yıldır roman yazıyorum ve 48 yıldır elle yazıyorum. Özel bir durumdayım aslında. Yüz yıl evvel romanların hepsi elle yazılıyor. İşte Tolstoy örneğini anlattığımız gibi dizgi sırasında, daktiloya hiç uğramadan, dizgici de el yazısını harflere geçiriyordu. Bu Proust’ta da öyle. Arada bir daktilocu yoktu, sonra daktilo çıktı. Gazeteci yazarlar daktilo yazdıkları için hemen takır takır yazmaya başladılar.
Cevdet Bey ve Oğulları’nı elle yazdım, sonra profesyonel bir daktilocuya götürdüm ve o daktilo etti. Pardon, onu da eklemeliyim, haksızlık etmemeliyim, Cevdet Bey ve Oğulları’nı elle yazdım ve o kadar kirliydi ki kopya, aynen Tolstoy’un karısı Sofya gibi eski eşim Aylın onu baştan aşağı elle kopya etti, daktiloya çekmedi. Karmakarışıktı müsveddelerim.
Ondan sonra ikinci romanım, o da ilginç, onun da hikâyesi vardır. İkinci romanımı yine elle yazdım, bu sefer elle yazılmış şeyi, bir ressam arkadaşımın karısı daktiloyu iyi kullanıyordu ama çocukları olmuş, işini bırakmıştı. Onların evlerine gittim bir odada ressam arkadaşım resim yapıyordu (adını söylemeyeceğim) öteki odada karısı daktilo yazıyordu, ben de yüksek sesle okuyordum. Özellikle ressam arkadaşım esprilere ‘haha, hihi’ yapıyor. Sonra kitabım çıktı, çocuk “aa annem yazdı Orhan Pamuk’un adını yazmışlar” diye isyan etti hayata.
Galiba Beyaz Kale’den sonra tırnak içinde “ünlü” bir yazar oldum ve karmakarışık yazılarımı en sonunda yayınevi dizmeye başladı. O gün bugündür de ben el yazısını yayınevine veriyorum. Daktilo vardı ya da dizgi vardı, belki de hala daktilo yapılmadan dizgiye geçiliyor. Benim el yazımı olduğu gibi okuyup, yani daktilo yok arada, dizen Hüsnü Abbas’ı Stockholm’a çağırdım, Nobel ödül törenine geldi. İletişim’in dizgicisi.
Geldik 1985’e, ben Amerika’daydım, Kara Kitap’ı yazıyorum. Çok iyi hatırlıyorum, o sırada da Beyaz Kale İngilizceye çevriliyor ve çevirmenim bilgisayar kullanıyor, ben kullanmıyorum. Bunlar ilk bilgisayarlardı. Ben de onunla birlikte ekrana bakıyorum, iki saat sonra gözümden yaşlar akmaya başladı, o ilk ekranlar korkunçtu.
Bilgisayardan evvel elektrikli daktilo dönemi oldu. Nazım Hikmet’in eşi Münevver Andaç yalnızca Yaşar Kemal ya da benim romanları çevirmez, hukuki işlerde profesyonel çevirmenlik yapardı, elektrikli daktiloyla yazardı. Beni görünce “Siz bunu kullanmıyor musunuz?” dedi beni geri bularak... Kendisi benden daha ileride, çünkü o mahkemelere yetişiyordu. Aslında çevirileri elle yazmak isteyebilirdi. O zaman da geçemedim daktilo dediğiniz elektronik şeye.
Elektrikli daktiloya geçenlerin hepsi çok kolaylıkla bilgisayara geçtiler. Ben geçemedim. Çünkü o ilk ekranlar bana kötü geldi. Bir noktadan sonra artık meşhur yazar olmuştum. El yazılarımı birileri diziyordu, bu benim için sorun olmuyordu. Ama unutmayın ben çok çalışkan bir insanım; bütün hayatımı bir bilgisayar ekranına bakarak geçirmek istemedim.
Günde 10 saat çalışıyorum. Elle yazıyorum, kalemle yazıyorum, düzeltmelerimi görüyorum, bu daha insani geliyor. Kâğıtla kalem bilgisayar ekranının soğukluğundan daha insani geliyor. García Márquez gazeteci kökenli edebiyatçıdır. Bir gün ilan etti “ben bilgisayara geçtim, bu romanımı öyle yazdım” diye. "Korkunç daha hızlı yazıyorum herkese tavsiye ediyorum" dedi.
Márquez’I severim, bu tür dürüstlüklerini de severim. Ben de aslında bilgisayardan biraz yararlanıyorum, şöyle ki el yazısı diziliyor sonra geliyor basılmış olarak, onun üzerinde düzeltiyorum. O düzeltilmiş sayfaları kutulayıp saklamaktan hoşlanıyorum.
Hayali bir ilk okur var mı; onu yazma, bunu yazma, çok iyi oldu, onu boşver vs. diye vırvırlanan?
Vardır her zaman. Hayali bir okur var, bu eşiniz olabilir, hayatınızı paylaştığınız partneriniz olabilir, kızınız olabilir, en iyi arkadaşınız olabilir ya da o sırada oradan geçmekte olan biri. Bir romanın bölümüne uygunsa, anlaşılacaksa, ‘bakın arkadaşlar böyle bir sayfa yazdım’ diye İletişim’den ya da Yapı Kredi’den gelmiş dizgiciye, alakasız birine sorarım.
Ben romanlarımı yazarken birileriyle paylaşmaktan hoşlanırım. Tabi ki bütün yazarlar, bütün sanatçılar gibi güzel desinler isterim. Ama onların gözlerinin içine bakarım; anladılar mı? Çünkü bir roman okuyorsunuz, bir hikâye değil, ortasını yazıyorsunuz her zaman. Anlaşılmayabilir hikâyenin başı sonu bilinmediği için, gene de romanın kumaş gibi hissedilecek bir dokusu vardır.
Ayrıntı zenginliği vardır. Bir sayfada bile hissedilecek düşünülmüşlüğü, derinliği, kelime seçimi vardır. Tıpkı şöyle ‘bir dokun bakayım kumaşa’ dersin falan. Onun gibi yapmaktan hoşlanırım. Bir de hani bütün romanı yazarken, her gün sabah partneriniz gider, o eve gelince okursun, öyle paylaşmak vardır. Ya da ben Amerika'ya giderim, partnerime İstanbul’dan Skype’tan okurum, bunu yazdım diye. Yakınımdaki insanlarla paylaşmak isterim.
Sesli okumak mı?
Sesli okumak. Yazım kolay okunmaz. Biraz, hatta oynayarak abartmadan konuşmayla tavsiyeleri sesimdeki tonlamada fark ettirerek arada paragraf varsa nokta virgül diye bazen bağırarak, böyle okumayı severim. Ama bunu herkese yapamazsınız.
Eğer bir kitaptan emin değilseniz, bir sayfadan emin değilseniz onu çok tanımadığınız insanlara okumayın. En yakınıza bile okumayın, çünkü tatsız bir söz kalbinizi kırabilir, moralinizi bozabilir. Öte yandan insan hayal gücünün tıpkı gökdelenler gibi ilerlediğini düşünürüm. Bir kat hayal ettiniz, ikinci kata çıkabilip, onun üstüne bir başka hayal edebilmek için birisiyle ya paylaşmak ya yazmak ya bir yere kaydetmek lazım onu. Çünkü kaydedilince sanki beton atılmış gibi hayal orada durur. Birisiyle paylaşırsanız onun üstüne bir kat daha çıkabilirsiniz.
Ama tek başına hayal üstüne çok fazla ilerleyemez insan, birden gerçeklikten koptuğunu hisseder. Bu romanda çok kahraman var. Bir roman yazmak bir sürü kahraman icat etmektir. Bu süreç beş yıl, bunu yaşıyorsunuz, beş yıl bunu kimseyle paylaşmazsanız, insan delirir gibi olur..
Bonkowski paşayı beş yıl düşündüm, beş yıl boyunca bunu partnerimle paylaştım, Bonkowski’den 50 kere bahsettik. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Ya da sistematik olarak işiniz hayal kurmaksa orta derecede hayallerle bütün gün geçirdikten sonra onu yine paylaşırsanız, onun üzerine ekleyebilirsiniz. Kahramanlar konuşa konuşa, paylaşa paylaşa gelişir.
Veba Geceleri, Savaş ve Barış’tan bir alıntıyla başlıyor. Tolstoy’un “Tehlike yaklaşırken ...” diye başlayan paragrafını nasıl anlamalıyız? Bu alıntıyı, kitabın son satırı “Yaşasın Minger! Yaşasın Mingerliler! Yaşasın Hürriyet!” ile birlikte düşünebilir miyiz?
Güzel soru; istiyorsanız, önce alıntıyı bir okuyayım.
“Tehlike yaklaşırken insanın içinde aynı derecede güçlü iki ses duyulur: Birincisi çok mantıklı bir sestir, insana tehlikenin cinsini ve özelliklerini incelemesini ve ondan kaçmanın çarelerini bulmasını öğütler. İkinci ses ise sanki daha da mantıklıdır: Yaklaşan tehlikeyi düşünmek yalnızca mutsuzluk ve acı vereceğine ve zaten insanın olacakları tahmin edip olayların genel gidiş hattını değiştirmeye gücü yetmeyeceğine göre, en iyisi, insanın başına gelene kadar korkunç olaylara gözlerini kapamak ve tatlı şeyler düşünmektir, der bu ikinci.”
Bence Mart, Nisan, Mayıs 2020'de hepimiz ikinci sesi dinliyorduk. Çok korkanlar da, ‘hiçbir şey yapmayayım bunun sonu çok kötü ama bir şey yaparsam daha da kötü olacak’... Ben ‘o kadar kötü ki, hiçbir şey yapmamak daha iyi’ diyordum.
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta anlattığı yaklaşan tehlike Moskova’ya ordularıyla yaklaşan Napolyon tehlikesidir. Rusların ordusu o kadar güçsüz, o kadar zayıftır ki tedbir boşuna gözükür.
Bu alıntı bence Coronavirüs salgının ilk dört, beş ayında daha büyük bir sorunsal idi. Şimdi hiçbirimiz orada değiliz. Hepimiz hayatımızı değiştirdik. İlk başlarda hiçbir tedbir almak istemediğimiz için. Bu tür tatlı hikâyelere inanıyorduk. Ben ne yapayım, benim elimde bir şey yok, gidişatı ben durduramam ki zaten. Boş ver o zaman, bu akşam film seyredeyim hiçbir şey takip etmeyeyim diyorduk. Bu tepki şu andaki veba ya da Coronavirüs algıma yakın değil. Ama yakın bir zamanda bu işler hakkında böyle düşünüyordum.
Tabi ki, başta Jale Parla ve bütün akıllı okurlar kitabın sonundaki “yaşasın hürriyet” sözlerinin bugüne yapılmış bir gönderme olduğunu düşündüler.
Yani kolağası Kâmil “yaşasın hürriyet” derken padişaha, şaha, feodaliteye, eski rejime karşı çıkıyor. En büyük, en sihirli, en güçlü ideolojik kavram hürriyet. Kolağası “yaşasın hürriyet” diye meydandaki kalabalığa seslenirken anlıyoruz onu.
Bugün Türkiye’deki hürriyetsizlik ortamına gönderme var.
İdamlar
Kitabımda idamlar konusunda özellikle bugüne çok gönderme var. Kitabım idamlara karşı bir duyarlılıkla yazıldı. Fransa’da Victor Hugo sayesinde idam karşıtlığı eski rejime karşı olmanın bir simgesiydi. Özgürlük kahramanı Victor Hugo Bir İdam Mahkûmunun Son Günü diye kitap yazdı. Aslında gençliğinde kaleme aldığı bir gazete yazısı kitap olarak yayımlandı.
Hugo, idam karşıtıydı. 1950’lerde Albert Camus (Veba romanı yazarı) idam karşıtı makaleler yazdı. Ne ironidir ki o kitap da 1980 darbesinden sonra Türkiye’de yasaklandı. Kitap aslında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamıyla konuşan, o yüzden 1972’de Türkçeye alelacele çevrilen bir kitaptı.
Bu kitabı yazarken bana hep sordular günümüze gönderme var mı diye. Bir tek konu var günümüze doğrudan gönderme yapan o da idam konusu, idamın insani olarak kabul edilemez bir şey olması. İdam her zaman eski düzenin otoriter düzenin simgesi olmuştur.
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nü Victor Hugo yazarken “o da insan, onu öldürmekle gururlanmayın onu asıp seyretmekle yaptığınız insani değil” diyordu. Acıma duygularına, insanlık duygularımıza hitap ederek muhalefet yapıyordu. Aslında Victor Hugo’dan Albert Camus’ya kadar idam karşıtlığı bir Fransız geleneğidir...
Evet, bu kitabımda benim niyet ettiğim siyasi mesaj budur. Kitap çıkalı üç ay oldu, hiç kimse bahsetmedi bundan. Bizde bildiğiniz gibi yakın zamanda idam epeyce etrafta gezdirilen bir konu oldu. Bir milletin tarihinde idam konusunun bu kadar vıcık vıcık siyasi çıkar için kullanılması da başka milletlere gösterilecek güzel bir örnek de değildir. Hani idam sevgisini “milliyetçilik” sananlar vardır diye söylüyorum.
Abdülhamit’in idam meselesi...
Abdülhamit şu andaki iktidar sahiplerinden daha çok korkardı idam konusundan. Abdülhamit hiç idam yapmamış değil. Ama Abdülhamit’in savunucuları başta Yılmaz Öztuna olmak üzere Abdülhamit’in görece olarak idam kararı imzalamadığını, idama mahkum olan pek çok kişiyi affedip hatta onları para verip casus haline getirdiğini yazarlar.
Abdülhamit idamı şu andaki iktidar sahiplerinden daha az severdi, idamdan hoşlanmazdı, iğrenirdi her halde. Unutmayın ki, Abdülhamit piyano çalan, opera seyretmek isteyen, batıdaki bütün yenilikleri heyecanla karşılayan bir insandı ve idamın yakışıksız bir şey olduğunu düşünüyordu. Mecbur kalmadıkça yapmak istemiyordu.
Yazar illa ki yaşadığı döneme ait sorumluluk taşımalı mı?
Hayır taşımamalı, öyle bir zorunluluk yok.
Baharda Kelebekler diye güzel bir roman yazarsınız, romanınız çok güzelse benim için o yazar sorumluluğunu yerine getirmemiş biri değildir. Yazarın sorumluluğu kitabının güzel olması.
Ama ben öyle bir insanım ki, öyle bir ülkede yaşıyorum ki bundan kitabımda söz etmeden duramıyorum. Şimdi sözünü ettiğimiz gibi idama tepki göstermek doğal bir şey. Ama bu olmasın, kitabımda siyaset de olmasın, idam da olmasın diyenlerden değilim.
Bu hükümetle ilgili olup bitenleri eleştirmek için tarihi romanıma bir şeyler koyacağım, ee sonra da hükümetler değişecek, kitabımın niçin olduğunu okur anlayamayacak bile. 30 sene sonra 20 sene sonra. Kitabımın dengesini, bütünlüğünü bir tane siyasi sert söz söyleyeyim diye bozmak istemem.
Gözlediğim, Veba Geceleri satın alındı, ama yavaş yavaş, sanki hiç bitmesin der gibi okunuyor. Ne dersiniz?
Hani hep anlatırım o hikâyeyi. İlk gençlik yıllarımda benim romanlarımı çok seven, teyzem yaşında bir kadınla Nişantaşı’nda sokakta karşılaştım, “siz tanımıyorsunuz ama ben sizin okurunuzum, sizi tanıyorum Orhan Pamuk” dedi, çok hoşuma gitti, sonra tatlı sözler söyledi, “yeni bir roman yazıyor musunuz” dedi. Ben de her zamanki gibi “evet yazıyorum” dedim, o da “uzun olsun” dedi.
Romanınız uzun olsun hiç bitmesin demeleri bir yazara yapılacak en iyi iltifatlardan biri.
“Veba geceleri aynı zamanda polisiye” sözünüze cevap vereyim, evet ama tıpkı Kara Kitap’ta olduğu gibi, tıpkı Benim Adım Kırmızı’da olduğu gibi. Bu sefer polisiyeyi ciddiye alacağım ve sonuna kadar derinden çözeceğim ve kitap gerçek bir polisiye olayla başladı gene polisiye felsefi kaldı. Kimin katil olduğu anlaşıldıktan sonra roman bitmedi, bilmem anlatabiliyor muyum?
Medyanın ilgisi, okur tepkileri nasıl? Okurlardan Orhan Pamuk’a doğrudan mesajlar gelir mi? Orhan Pamuk Ekşi Sözlük takip ediyor mu?
Ben evet Twitter ve Ekşi Sözlüğü takip ediyorum. Çünkü bir geri dönüş alıyorum. Burada çok ilginç bir tweet’ten söz edeceğim, “aa bu normal bir roman Orhan Pamuk romanı, en sonunda!” diye yazmış biri. Evet, ne var? Onlardan bir tane daha yazdım. Hayır, beklenti yükselince normal Orhan Pamuk romanı tatmin edici olmuyor da.
Yaşlı okurlarla, genç okurlar arasındaki farklar nasıl seyrediyor?
Uzun yıllardır beni okuyan tırnak içinde “yaşlı okur”un sabrı daha çok ve bana daha çok avans veriyorlar. Hem çok kitabımı okumuşlar hem bana bir saygıları var, hem de etraftaki böyle siyasi dedikodulardan uydurma skandallardan etkilenmiyorlar.
Gençler daha çok etkileniyor ve daha çok ve daha hızlı, daha çabuk “nedir, niçin bunu okuyacağım” sorusunu soruyorlar. Haksız bir soru demiyorum. Bir romancı olarak bütün bu sorularla baş etmem gerektiğini düşünüyorum. Sabırlı ol, sabırlı olmayan okumasın demiyorum.
“Hayatta en büyük arzularımdan biri, birinci tekil şahısla 500 sayfalık bir kadın romanı yazmak” diyorsunuz. Veba Geceleri kadın romanı neden değil, anlatıcı bir kadın, kitap bir kadının mektuplarıyla ilerliyor, hatta kitabın ismini de bir kadın, Pakize Sultan koyuyor?
Evet, kadın romanı yazmak istiyorum iyi niyetlerle ama bu o roman değil. Tarihi roman yazan herkes, özellikle Müslüman ülkelerde, şu sorunla karşılaşır: Yazdığınız tarihi romanda kadınlar tarihin dışındadır. Ya haremdedir ya da toplumsal olarak etkili değildir.
Bir erkeğin yazdığı her romana niçin burada daha çok kadın görmüyoruz haklı bir eleştiridir. Benim ilk romanlarımda kadınlar daha az görülürdü, bundan eminim ve feminist eleştiriden ilham alarak daha çok görmeye çalıştım. “Ben son on yıldır daha çok feminist olmaya karar verdim” derken biraz da bunu söylüyorum. Yani bu konularda feministlerle tartışmam, çünkü onlar haklıdır.
Çok sevdiğim Jean-Jacques Rousseau’nun çok sevdiğim bir lafı vardır, “annesiyle tartışan, kavga eden bir delikanlı -yani erkeği kastediyor- her zaman haksızdır” diyor. Böyle laflar edebildiği için Jean-Jacques Rousseau. Ben de onu uyarladım; “Feminist eleştirmeniyle kavga eden Ortadoğulu erkek yazar her zaman haksızdır”. Görüşüm bu.
Masumiyet Müzesi yeniden
Coronavirüs -19 salgını, kapanmalar hayatınızı nasıl etkiledi?
Yazmakta olan karantina romanının gerçek olmasının şaşkınlığını bir yana bırakırsak salgın benim hayatımı fazla etkilemedi aslında. Herkes gibi uzun süreler evden çıkmadım. Ama ben zaten evden çıkmadan günlerce roman yazmayı mutluluk bilen biriyim. Yer yer açılmalarda boş İstanbul sokaklarına çıkıp ücra mahallelere yürüyüp fotoğrafla çektim. Boş sokaklar daha da hüzünlüdür.
Masumiyet Müzesi’nin yeniden açıldığını duydum.
Evet, bundan çok memnunum. Salgın başladığında Mart 2020’de yerli yabancı ziyaretçi sayısı bıçak gibi kesildi. O zaman aşı da yoktu. Müzeyi kapadık. Çalışanların hastalanmasından, ya da hastalık bulaştıran bir yer olmasından korktuk. Bu ayın başında, çalışanlar da aşı olunca müzeyi açtık. Ve şaşırtıcı bir ziyaretçi sayısıyla karşılaştık. Ziyaretçi sayısı salgın öncesinden yüksek, turistler de İstanbul’a geri dönmüş olmalı. Çünkü ziyaretçilerin üçte biri turist. Ama Türkiye içi ziyaretçi sayısındaki artış göz kamaştırıcı. Roman hala çok satıyor, okurlar kapamalarda romanı okudu. Şimdi müzeyi görmek istiyorlar diye açıklıyorum bunu. Ziyaretçiler merak etmesin. Yazın müzenin bütün pencereleri açık kalacak ve havamız temiz. Bu kalabalık roman ve müzeseverler mutlu ettiler bizi.
Oğuzhan Asiltürk'ü memnun etmek için...
Sizi "feminist" olmaya, Türkiye mi, dünya mı zorluyor? En son İstanbul sözleşmesi...
Toplumsal koşullar olabilir tabii. Mesela Türkiye'de özellikle İstanbul Sözleşmesi'nin iptal edilmesi AKP'nin tamamen bir U dönüşü yaptığının acıklı bir simgesi haline geldi. 'Bir zamanlar biz buna ön ayak oluyoruz' diyordu AKP ve kadınların oylarını alıyordu.
Şimdi Oğuzhan Asiltürk'ü memnun etmek için pek çok kadının oyunu feda ettiler. Herhalde hesaplarını iyi yapmışlardır.
Bu, bir zamanlar kendilerini, Batı'ya, dünyaya özgürlükçü olarak tanıtan AKP'nin artık özgürlükçü olmaktan vazgeçtiğini de gösteriyor. Bu U dönüşü.
'Feminist olmaya çalışmak' nasıl bir dönüşüm sağlıyor romancıda?
O süslü söz bir yana en sonunda bir romancı olarak kadın kahramanı daha çok anlamak isterim. Kadın kahramanlarla özdeşleşmek, kadınların durumunu daha çok görmek isterim
Roman tarihinde en iyi "kadın romanı" yazan erkekler kimler sizce?
En iyi kadın romanını yazan yazar Tolstoy'dur, Anna Karenina. İlk önce Tolstoy'un gazetede okuduğu bir aldatma hikâyesidir, Anna Karenina. Evli bir kadın kocasını aldatmış ve sonunda da intihar etmiş, Madam Bovary gibi. Tolstoy da onu okumuş, bizim Halit Ziya Uşaklıgil de okumuş o da Aşk-ı Memnu yazmış, hatta Theodor Fontane de Madam Bovary'yi okuyup Effi Briest'i yazmış. Konu hep aynıdır. Kocalarını aldatan mutsuz kadınlar. Aldatılan kocalar da eski düzeni, bürokrasiyi ya da Abdülhamit'i temsil ediyor. Aşk-ı Memnu da öyledir. Ama kadın güçlü kocayı aldatıyor. Bunu Flaubert icat etmiştir.
Ama Anna Karenina Madam Bovary'e on atar ve muazzam bir romandır o. Orada Tolstoy da yüzeysel bir yerden başlamıştır. Anna'yı insan olarak kurdukça kendi muhafazakar görüşlerinden, kadını suçlama alışkanlığından arınır. Bilmem anlatabildim mi?
Romanı yazdıkça kadın zenginleşir, yazdıkça kadını daha çok hayal ederek birden bütün kahramanlardan daha parlak bir kahraman çıkarır Tolstoy. İşte burada feminist olmaya da lüzum yok. Kadınlara hak vermek için iyi bir romancı ol yeter. (NM/APK)
* Fotoğraflar için Yapı Kredi Yayınları ve Masumiyet Müzesi'ne teşekkürler.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.