"Bir çıkmazın içindeyiz, devletten destek alamıyoruz"
Koronavirüs önlemleri kapsamında getirilen kısıtlamalar çok sayıda esnafı ve işçiyi olumsuz etkiliyor. İkinci kez güvencesiz kalan esnaf ve işçi, durumlarını bianet'e anlattı.
Türkiye'de koronavirüs salgını kontrolden çıktı. Bunu, Sağlık Bakanlığı'nın günlük olarak açıkladığı tablo da Bakan Fahrettin Koca'nın söyledikleri de doğruluyor.
Salgının seyrinde görülen bu artış nedeniyle Türkiye genelinde 20 Kasım'da bazı kısıtlamalar uygulanmaya başladı.
Buna göre çok sayıda işyeri kapandı, saat 20:00'ye kadar çalışmasına izin verilen restoranlar paket servise geçti, yeme içme sektöründe çalışan pek çok işçi de güvencesiz kaldı.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin Ekim 2020 verileri, Eylül ayına göre kurulan şirket sayısı yüzde 3,23, kurulan kooperatif sayısının yüzde 1,24, kurulan gerçek kişi ticari işletme sayısının da yüzde 1,24 oranında azaldığını gösteriyor. Ekim ayında Eylül'e göre kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısı ise 11,79 oranında artmış durumda.
İşçi Göksu Uyar ile işletmeciler Ahmet Saymadi ve Ahmet Bawer Aydemir, kısıtlamalardan nasıl etkilendiklerini ve ne istediklerini bianet'e anlattı.
Kira, en ağır yük
Bar işletmecisi Ahmet Bawer Aydemir: "Biz pandeminin başından beri çalışamıyoruz. Nereden baksanız sekiz aydır çalışmadık. Nasıl devam edeceğiz onu da bilmiyorum.
"Arada sadece alt katı açtık ama kendi potansiyelimizle çalışamadık maalesef. Kira yüklerimiz dahil, hiçbir şekilde destek alamıyoruz.
"Sadece çalışan arkadaşlarımız 1500 TL destek aldılar bu süreçte. Dükkânı açınca zaten o da iptal oldu. Kredilerden de faydalanamayınca ben kendim bireysel krediler çektim.
"Bu sekiz ay içerisinde çok fazla borçlandım. Bu borçları dengeleyebilmek için iki yıl boyunca kâr olmadan çalışacağım herhalde her şey normalde dönse bile.
"Bizim en ağır yükümüz kira. Bu süreçte ne indirim ne de devletten bir destek alıyoruz. Vergiler, faturalar aynı şekilde devam ediyor. Elektrik faturalarındaki vergilerde indirim yapılabilirdi esnafı mağdur etmemek adına. Borcunu ödeyemedi diye elektrik saatlerini söküp aldılar esnafın.
"Açık olduğumuz süreçte çalışanlarımızın maaşlarını ödedik, şimdi ödeyemiyoruz. Kısa çalışma ödeneğine başvuracağız. Herkes ekstra bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bir çalışanımız vegan peynir yapıp onu satıyor.
"Ben birkaç şeye kalkıştım ama olmadı. Aynı zamanda Avrupa'da oturumum var, oraya kısa süreli dönebilirim. Çalışıp borçları oradan ödeyebilirim. Borçları ödemek için yollar arayacağım, yapacak bir şey yok.
"Dolayısıyla bir çıkmazın içerisindeyiz. Bırakıp gitsen gidemiyorsun, çünkü çok borç var. Kalsak nasıl bir süreç bekliyor bizi, onu hiç bilemiyorsun. Bir bilinmezin içindeyiz herkes gibi."
İşçi Göksu Uyar: "Ben iki buçuk senedir Kadıköy Moda'da bir kahvaltı salonunda çalıyorum. Kapandı tabii doğal olarak. Paket servis denemeleri var ama kahvaltıda çok böyle bir imkân yok. Paket servis olduğu zaman da personel azalıyor.
"Kapanınca maaş ödemeleri yapılıyor ama küçük işyerlerinin sorunu bu. İlk kapanmada yapabilmişlerdi. İkinci kapanmada onların da bunu halledebilecek pozisyonları yok.
"Aldığımız maaşın önce bir yarısı yatıyor, sonra yarısı. Maaş gecikmeleri var. Aslında şu an geçinemiyoruz, özet olarak böyle.
"Arkadaşlarımızın bakmakla yükümlü olduğu insanlar var. Bir gece iki milyon insanın işsiz kaldığı söyleniyor. Bu sayı değişiyor, bu sektörün kayıtsız çalışanı da çok.
"Bir de mesela günlük çalışan arkadaşlarımız var. Asıl onların problemleri çok büyük. Biz sigortalıyız ama onların herhangi bir güvencesi yok. Kapanma olduğu zaman hakikaten kapanmak zorunda, zaten günlük idare ediyorlar, sokağa çıkmak da sosyalleşmek de bir maliyet onlar için.
"Kısa ödenekten de yararlanmayan çok fazla insan olduğunu gördük bu sektörde. Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması diye bir şey kurduk, 40-45 yerde çalışan arkadaşla görüşmelerimiz oldu. Çoğu kayıtsız. Hiçbir güvencesi yok. Yemek ücretlerinin azlığı, mobbingler, esnek çalışma saatleri...
"Çalışanlardan kira ve fatura alınmamalı. Bu insanlara nakdi destek verilmeli. Şu anki acil taleplerimiz bunlar. Bazılarımızın sağlık hakları yok, en kötüsü de o. Virüsle karşılaştığı an özel hastaneye gitmesi mümkün değil. Salgından kaçamıyorsun, kaçmasan o ücreti ödeyemiyorsun.
"Esnafın takati yok"
Meyhane işletmecisi Ahmet Saymadi: "Bu süreçte hükümet tedbir almakta gecikti. Kısıtlamaları başlattıktan sonra da bundan mağdur olan insanların mağduriyetlerini gidermede de eksik davrandı.
"Yeme içme sektöründeki küçük esnaf koca koca zincirlere karşı ayakta durmaya çalışıyor. Bu işletmelerin hepsi aslında üçer beşer kişinin çalıştığı yerler.
"Süpermarketler açıldığında mahalle bakkalı, kasabı o marketlerin ilgili reyonlarına işçi olarak girmek zorunda kaldı.
"Bugün dükkanını kapatan arkadaşlar, daha büyük işletmelere işçi olarak gidiyor. Biz bunun ağırlığını gerçekten yaşıyoruz. Küçük işletmelerin hepsi hakikaten zor durumda.
"Biz bir yıllık bir işletmeyiz. Şimdilik borcumuz yok, kredi de çekmedik şimdiye kadar. Kasım ayında da tüm arkadaşlarımızın maaşlarını ödedik ve kapıyı kilitledik. Önümüzdeki aylarda arkadaşlarımıza destek olamayacağız. Biz yeni bir işletme olduğumuz için bu böyle.
"Mesela bar ruhsatı olan mekanların hiçbiri açamadı. Onlar Mart'ın 15'inden beri kapalı, Haziran'da da açamadılar. Kredi çeken, artık kredi çıkmayan arkadaşlarımız var.
"Esnafta ciddi bir rahatsızlık var. Esnaf bir şey değişsin, bir şey olsun istiyor. Vergilerde de çok indirim yapılmadı. Belediye bile 'gel, vergini öde' diyor. Hükümet kaşıkla veriyor, kepçeyle alıyor. Esnafın kepçeyle bir şeyi verecek takati filan yok zaten."
Bu alandaki dernekler ve dayanışmalar, bugün 15:30'da Kadıköy'deki Beşiktaş İskelesi'nin önünde eylem yapacak.
Esnaf sokağa çıkıyor! Beyoğlu, Kadıköy, Beşiktaş, Avcılar, Kocaeli Esnaf Dernekleri; Kafe, Lokanta ve Bar Çalışanları Dayanışması, 27 Kasım Cuma günü saat 15.30’da Kadıköy İskelesi Atatürk Heykeli önündeyiz. @kad_smas@BesiktasEsnafii@kafebardayanismpic.twitter.com/cJRB1hNRzb
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü 2014 mezunu. Mesleğe 2013’te başladı. T24'te stajyerlik, Cumhuriyet'te editörlük, Medyascope'ta muhabirlik yaptı. Uluslararası Gazeteciler Programı’nın (IJP) Johannes Rau Burs Programı'nı...
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü 2014 mezunu. Mesleğe 2013’te başladı. T24'te stajyerlik, Cumhuriyet'te editörlük, Medyascope'ta muhabirlik yaptı. Uluslararası Gazeteciler Programı’nın (IJP) Johannes Rau Burs Programı'nı 2017'de Berlin'deki taz gazetesinde, State Scholarships Foundation’ın (IKY) Yunan Dili ve Kültürü programını ise 2019'da Yanya Üniversitesi'nde tamamladı.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.