AB Sivil Toplum Destek Programı kapsamında Despertar İzmir Pojesi - Cemaat Vakıflar Zivesi'nin ilk günü İzmir'de gerçekleşti.
İzmir Musevi Cemaati Vakfı ev sahipliğinde düzenlenen ve Yahudi, Rum, Ermeni ve Süryani cemaatleri temsilcilerinin katıldığı program üç gün sürecek.
Zirvenin amaçları arasında, Despertar İzmir projesini Türkiye'deki diğer cemaat vakıflarının temsilcileri ve kanaat önderleriyle paylaşmak ve cemaat vakıflarının sorunlarının ve ihtiyaçlarının tartışılması, görüş alışverişinde bulunulmasını kolaylaştırmak da var.
Üç günlük zirvenin ardından bir Desparter Grubu kurulacak ve 4 cemaatin temsilcisi Ankara'da yapılan çalışmaları anlatmak üzere temaslarda bulunacak.
İzmir'de 34 sinagogdan 13'ü bugüne kaldı
Ladino dilinde "uyanış" anlamına gelen "Despertar" çalışmaları kapsamında İzmir Musevi Cemaati bünyesinde yer alan kişi ve kurumların yerel, ulusal ve uluslararası sivil toplum çevrelerinde daha etkin ve katılımcı roller üstlenmesi hedefleniyor. Projenin amacı nüfusu giderek azalan ve yaş ortalaması yükselen İzmir Musevi Cemaati'ni başta İzmir yerelinde olmak üzere ulusal ve uluslararası alanda daha görünür hale getirmek. İzmir'de 34 sinagogdan 13'ü bugüne kaldı. 4,5 milyonluk İzmir'de Yahudi nüfusu bin, bin yüz kişi civarında. Nüfusun yarısından fazlası 50 yaşın üzerinde.
Programın ilk gününde "Gayrimenkuller ve Mazbut Vakıflar" başlıklı panel düzenlendi.
5737 Sayılı Vakıflar Kanunu uyarınca; Genel Müdürlükçe yönetilecek ve temsil edilecek vakıflar ile mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlük tarihinden önce kurulmuş ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilen vakıflara "Mazbut Vakıf" denilmektedir. (Kaynak: https://www.vgm.gov.tr/)
Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı Başkanı Laki Vingas'ın moderatörlüğünde düzenlenen panele Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Başkanı Fadi Hurigil, Fener Aya Yorgi Kilisesi Vakfı Başkanı Stelyo Berber, Avukat Ömer Kantik ve İstanbul Süryani Kadim Meryemana Kilesi Vakfı Başkanı Sait Susin konuşmacı olarak katıldı.
"Ana amacımız kültürel mirasımızı korumak"
Panel öncesi İzmir Musevi Cemaati Başkanı Avram Sevinti kısa bir konuşma yaptı.
"'Despertar' kelimesinin üstünde durmak lazım. Ladino bir kelime... Bizim İspanya'dan buraya göç eden Yahudilerin lisanı. Franszca, Rumca ve Türkçe kelimeler de girmiş bu dile. Halen bizim yaşıtlarımız kullanıyor. "Uyanış" demek. Yönetim Kurulu olarak bu dönemde değişik bir tarzla genç ve profeyonel arkadaşlarımıza yer verdik bu programda. Bizi uyandırıyorlar. Bu kelime yerinde bir deyim oldu bu nedenle. Bu çalıştaya Ermeni, Rum, Süryani cemaatinden ve İzmir, İstanbul Yahudi cemaatinden arkadaşlar katılıyor.
*Avram Sevinti
"Ortak özellik azınlık olmamız. Azınlık olmanın getirdiği sorunlar var. Dört cemaatin hepsi yaşıyor bunu. Bu sorunlara bizim çözüm üretmemiz gerekiyor. Geçmiş deneyimlerden çok haberimiz olmuyor. Geçmişte yaşanan sorunlar nasıl çözüldü, burada birbirimize faydalı olacağını düşünüyoruz. Sivil toplum kuruluşları, merkezi ve yerel yönetimler iş birliklerimiz var. Ana amacımız kültürel mirasımızı koruyup bir sonraki nesillere aktarmak olacak.
"Ana problem şu; İzmir'de 20. yüzyıl başında 200 bin nüfus içinde 20 bin kişiydik. Menkul ve gayrimenkuller vardı. Birçoğu eski. Hastane, okul, hahambaşılık ofisi, sinagog. Bunlar tarihi eser olduğu için bakımı çok güç. Bu da bin yüz Yahudinin sırtına biniyor."
Sevinti daha sonra İzmir'de restore edilen sinagog ve farklı yapılarla ilgili bir sunum yaptı.
Vingas: Ruhsal bir yorgunluk var
Panelde Laki Vingas iki dönem Vakıflar Meclisi Temsilciliği yaptığını hatırltarak paneli şu sözlerle açtı:
"Cemaat vakıflarımızın Osmanlı'dan günümüze gelen bagajlarında çok yük var. Hem siyasi hem sosyal. Cemaat vakıflarımız çok ağır bir yükle yürümek zorunda kaldılar. Tüzel kişilik ve temsil sorunuyla karşı karşıya kaldılar yıllar içinde. Cumhuriyet dönemi süreciyle birlikte de toplumların azalmasından kaynaklı bazı sıkıntılar da oluştu.
"İzmir Vakfı yeni olsa bile bizim gibi eski vakıfçıların yorgunluğu var. Ruhsal bir yorgunluk var. Son yıllarda ciddi kazanımlar elde edildi. 2010 yıllarında inanılmaz ivme kazandı, reformlar oldu. 2013'ten sonra duraklama süreci yaşıyoruz. Cemaat vakıfları bazen öyle şeylerle karşılaşıyor ki geçmişten günümüze, 'acaba sakıncalı vakıflar mıyız' diyoruz.
"Medeni Kanun öncesi kurulan vakıflara mazbut vakıf deniyor. Yönetimleri Vakıflar Genel Müdürlükler tarafından yapılıyor. Yeniden yönetici tayin etme hakları yok. Cemaati, yöneticisi kalmamış ya da kendi misyonunu yapacak bir ortam kalmamış vakıflar var. Ama Rum, Ermeni cemaatleri gibi vakıfları neden mazbutaya alındı. 1980'lerin siyasi ortamıdan dolayı. Bu tüzel kişiliklerin yönetmesi gereken birçok gayrimenkulleri var. Ancak bunlar Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetiliyor."
Hurigil: 37 taşınmaz için başvurumuz onay almadı
Panele video ile katılan Fadi Hurigil ise şunları söyledi:
"Gayrimenkuller konusunda ciddi anlamda sıkıntılar yaşıyoruz. Antakya bölgesi ve civarındaki köylerde sıkıntılar mevcut. Hatay'ın 1939 yılında Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlanmasından kaynaklı yaşanıyor bu sorunlar. Öncesinde Hatay Türkiye'ye bağlı olmadığı için bütün başvurular reddedildi. Kamu yararına taşınmnazlara el konulmuş. Başvurularımızda kilise ve vakıf isimleri örtüşmediği için, tüm kayıtlarda kilise ismi geçtiği için mazbutaya alınmış. Kilisenin içindeki mezarlık da dahil buna. 37 taşınmaz için başvuru tamamından onay alamadı bu nedenle."
Susin: Aileler köylerine döndüğünde arazilerini işgal edilmiş buldu
Panele video ile katılan Sait Susin ise şöyle konuştu:
"Özellikle Güneydoğu Anadolu'da kadastral çalışmalar sonucu Orman Müdürlüğüne ve hazineye geçmiş taşınmazlar var. Mor Gabriel Manastırında fıstık ağaçları ekili. Manastır taş toprak arazisi. Manastır alanı Orman Bakanlığı'nın mülkiyetinde görülüyor. Çalışmalarımız devam ediyor, Hazine'ye ait görülen yerler yakın zamanda verilecek.
"Öte yandan yurtdışına gitmiş ve mülkiyeti, tapusu şahıslarda olan yerler var. Aileler köylerine döndüğü zaman yerlerinin işgal edildiğini görüyorlar. Yerel yönetim ve kolluk kuvveterinin yardımcı olması lazım bu konuda. Tapusu olduğu halde işgal edilmiş pek çok yer var. Bu konuyla ilgili resmi kurumların desteği gerekiyor."
Av. Kantik: Mahkeme kanunu dar yorumluyor
Vakıflar Hukuku alanında çalışan avukat Ömer Kantik de "Bütün cemaatlerin ortak sorunu; 1936'dan sonraki yasal düzenlemeleri gerek idare gerekse de mahkemelerin kanunu dar yorumlamasından kaynaklanıyor. Olumsuz kararlar çıkıyor bu nedenle. Ama bunların aşılacağına inanıyoruz. Mazbut vakıflarla ilgili sorunların çözülmesi gerekiyor. Güvenlik nedeniyle ülkeyi terk edenler ve tekrar dönenlerle ilgili inisiyatifle çözülebilecek bir sorun bu" dedi.
Berber: 49 yıl sonraki mucize
Son olarak söz alan Stelyo Berber ise
"Rum, Yahudi, Ermeni... Aslında hepimizin ortak bir kader paylaştığımızı tekrar görmüş olduk. Burada konuşulanlardan anlıyorum. Tek cümleyle; bir dokun, bin ah işit misali konularımız, iç açıcı değil.
"Ben size Türkiye'nin en Batı noktası İmroz'dan söz etmek isterim. İstanbul'da doğdum ailem Adalı. Rumca yasaklandığı için 1964'te okullarımız kapatıldı. İmroz'da iki yıldır yaşıyorum ve müzik öğretmenliği yapıyorum. 7-8 yıldır İmroz'da küçük bir mucize yaşıyoruz. Okulların 49 yıl sonra yeniden açılmasından yaşıyoruz bu mucizeyi. 2013'te Patrik'in de doğduğu Zeytinli Köyünde 4 öğrenci ile faaliyete geçti. Bu kolay bir aşama değil. Doğal hakkımız olan anadilimizi öğrenme 2013'te gerçekleşti. Hepimiz aynı coğrafyada, sıkıntılı, aynı psikolojinin mağduruyuz. El ele verince daha güçlüyüz. Rum cemaatinin İmroz cemaatiyle birlikte adım atmasıyla oldu bu gelişme.
"Şu anda Gökçeada'da 7 cemaat vakfı, Bozcaada'da ise 1 cemaat vakfı var. Topla 8 vakıftan, ikisi mazbut. Bazı taşınmazların mahkemeleri sürmekte. 64'te okulların kapatılmasıyla Rumlar gitmek zorunda kaldı. Bu arada Ada'daki arazilerimizin büyük bir kısmı istimlak edildi. Kaleköy'e giderken büyük bir ova vardır, oranın külliyatı istimlak edilen bir bölge. Herkesin bir bağı, bahçesi, zeytin ağacı vardı, bugün artık yok.
"600'den fazla Rum yaşıyor İmroz'da"
Ada'nın nüfusu hakkında da bilgi veren Berber sözlerini şöyle noktaladı:
"Ada'nın nüfusu on bin Türk, 200 Rumdu. Okulların açılmasıyla birlikte 4 öğrenciyle başlayan ana, ilk, orta, lise derecelerindeki okullarımız şimdi toplamda 57 öğrenciyle faaliyet gösteriyor. Okulların açılışı İmroz'da tekrar var olmamızın başlangıcı oldu. Şu an 600'den fazla Rum yaşıyor Ada'da."
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı....
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. 2019-Haziran 2024 arasında bianet'te editör ve muhabirdi.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.