Başka bir tarım mümkün mü? Agroekoloji ile mümkün. Peki nedir bu agroekoloji? Yöntemleri nedir, nasıl işler? Türkiye'de geliştirilmesi mümkün müdür? Dr. Fatih Özden bianet için yanıtlıyor.
"Agrokolojinin temel iddiası çiftçilerin, köylülerin piyasadan bağımsız bir şekilde hareket edebilmelerini, kendi otonomilerine kavuşmalarını sağlamak."
"Türkiye'deki tarımsal yapıya uygun bir politika belirlenemediği için ne yazık ki bugün bu krizle yüz yüzeyiz."
"Gıdayı yöneten tüm insanlığı yönetebilir" şiarıyla yola çıkan "Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" kitabı Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Görece yeni bir kavram olarak literatüre giren ve tartışmalara dahil olan agroekolojinin tarihi esasen 1930'lara kadar uzanıyor. "Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" Türkiye'de bu alanda yürütülen çalışmalardan ilki.
* Video-röportajın tamamını izlemek için yukarıya tıklayın.
Agroekoloji dünyada büyük ölçüde La Via Campesina, Topraksız Kır İşçileri Hareketi (MST) gibi sosyal hareketler tarafından son on yıllarda ciddi bir şekilde savunuluyor.
Agroekoloji terimi Latince agro, "tarla" veya "tarım", eko Yunanca kökenli "ev" veya "çevre", loji ise yine Yunanca kökenli "bilim" anlamına geliyor. Endüstriyel tarım büyük ölçüde tarımsal işletme dışından satın alınan tarım kimyasallarına, şirket tohumlarına, büyük tarımsal makinelere, yoğun su kullanımına dayanıyor.
Agroekolojide tarım işletmesi, girdilerini büyük ölçüde kendi içinden sağlıyor. Tarım kimyasalları yerine bir yandan halkın bilgisine bir yandan da bununla uyumlu bilimsel ve ekolojik bilgilere başvuruyor.
Agroekoloji küresel iklim değişikliğine, çiftçinin ve tüketicinin sömürülmesine ve açlığa son verme iddiasında.
Şirketlerden bağımsızlaşabilen bir tarım yapısı, kolektif bir kamusal modele dönüştüğünde, gerek Türkiye'de gerekse dünya genelinde başka bir gıda sisteminin inşasını mümkün kılabilir.
Agroekoloji, başka bir tarım dünyasının anahtar bileşeni olarak eşitliğe, ekolojik sorunlara duyarlı, sömürüye karşı yeni bir dünya vadediyor.
Peki, "başka bir tarım" mümkün mü? "Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" kitabını yayıma hazırlayan dört isimden biri olan Dr. Fatih Özden anlatıyor.
Görece yeni bir kavram olarak addedilen "agroekoloji" nedir?
Aslında kavram yeni bir kavram değil. İlk kullanımı 1930'lara kadar gidiyor. Ama tabii dinamik bir kavram. Yıllar geçtikçe kavramın içeriği ve ifade ettikleri aracılığıyla kapsamı genişliyor. 1930'larda kullanılmaya başlandığında aslında daha çok tarla düzeyinde bir takım ekolojik ilkelerin tarıma uygulanması gibi algılanıyordu.
Özellikle 1960'lı yıllarla birlikte biraz daha çerçevesi genişliyor ve bir ekosistem düzeyine ilerliyor. Bugün bahsettiğimiz agroekoloji ile ilgili temel kırılma, birçok kırılmanın da yaşandığı 1980'li yıllarla birlikte yaşanıyor. O dönemdeki ekonomik, sosyal kırılmanın yansımalarına tarımda biraz daha geç rastlıyoruz. 1990'ların ortalarından itibaren. İşte tam da o dönemde agroekoloji çiftçilerin ve köylülerin kendi otonomilerini –piyasadan bağımsızlıklarını da kapsayacak şekilde– tarıma uygulamaları şeklinde tarif edilmeye başlanıyor.
"Yerel bilgi ve bilme biçimleri"
Dolayısıyla yavaş yavaş da bir kurumsallaşma ve yerleşme dönemine giriyor. Bugün geldiği noktaya baktığımızda ise hem ekoloji hem de tarım biliminden yararlandığını görüyoruz. Ama sadece bilimsel bilgi değil, yerel bilgi gibi farklı bilgi ve bilme biçimlerini de dahil eden çok disiplinli, katılımcı ve bir taraftan da eyleme dönük yaklaşımları odağına alıyor.
Tabii bu çerçevede tarım gıda sistemini etkileyen bir takım politik-ekonomik faktörler de yine devreye giriyor. Aslında tarım gıda sisteminin tamamını odağına alan bir çerçeveye kavuşuyor ve üç ayak üzerinde duruyor: Bilim, uygulama ve hareket. Ayrımları vurgulamak ve agroekololojinin bu bileşenlerine vurgu yapabilmek için "Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" kitabını da üç farklı bölüme ayırdık.
Agroekolojinin sosyal adaletle, kültürel kimliklerle, toplumsal cinsiyetle kesişimi nedir? Bunlar arasında nasıl bir ilişki var? Toplumsal olanla bağı nasıl kuruluyor?
Sosyal adalet, kültürel kimlikler, toplumsal cinsiyet gibi konular aslında bakıldığında tam da agroekolejinin hareket ayağıyla, yani politik bağlamıyla örtüşüyor. Burada bir kavrama daha mutlaka vurgu yapmamız gerekiyor: Gıda egemenliği kavramı. Gıda egemenliği, 1990'ların ortasından itibaren özellikle Dünya Ticaret Örgütü'nün tarım politikalarını düzenleme çabalarıyla, tarımdaki değişim ve dönüşüme çiftçi ve köylülerin uluslararası anlamda bir karşı duruş geliştirmeleri üzerine gündeme gelen bir kavram oldu. İlk olarak Uluslararası Köylü Hareketi olarak bilinen La Via Campesina gündeme getirdi.
La Via Campesina
Afrika, Asya, Avrupa ve Amerika kıtasında (Kuzey, Orta ve Güney Amerika) 88 ülkede 183 örgütü bir araya getiren, 200 milyondan fazla köylü, küçük çiftçi, topraksız, kadın, genç, yerli, göçmen, tarım ve gıda emekçisinden oluşan uluslararası bir köylü hareketi.
1993'te Mons'ta (Belçika) başlayan La Via Campesina'nın köylü mücadelesi, 1996'da Gıda Egemenliği kavramını Tlaxcala'da (Meksika) ortaya koymasıyla radikal bir vizyon öne sürdü, kadın erkek bütün köylülerin neoliberal ticaret anlaşmalarına karşı direniş ve alternatif üretme süreçlerinde başlıca aktör olmalarını sağladı.
Gıda egemenliği ortaya çıktığı ilk zamanlar, Dünya Ticaret Örgütü'nün Tarım anlaşması kapsamında ülkelerin tarım desteklerinin azaltılması veya gümrük vergilerinin azaltılması gibi, aslında kırsalın aslında altını oyan politikalara bir tepki olarak görülmüştü. Hatta kısmen ulusal egemenliğe vurgu yapıyordu. Ama zaman içerisinde dönüşüm geçirdi. Ulusal egemenlik de yerini halkların egemenliğine bıraktı.
Sisteme tabi olmaktan çıkıp üreticilerin müdahil pozisyona geldikleri veya verdikleri mücadeleyi tanımlayan, çerçeveleyen bir kavram haline geldi. Gıda egemenliği hareketinin olmazsa olmazlarından birisi de agroekoloji.
Hem La Via Campesina tarafından hem de uluslararası farklı bir takım bileşenleri tarafından da bu gündeme getiriliyor. Örneğin La Via Campesina'nın Güney Asya sekreteri "Gıda egemenliği olmadan agroekoloji sadece bir tekniktir," diyor. Gıda egemenliği ve agroekoloji arasında böyle bir organik ilişki var. Sosyal adaletle, kültürel kimliklerle ve toplumsal cinsiyetle olan bağı da tam olarak burada kesişiyor.
Bu kesişimselliğe dair bize somut bir örnek vermeniz mümkün müdür?
Agroekolojide özellikle tohum meselesi en merkezde olan meselelerden biri. Tohumların saklanmasında, korunmasında, çoğaltılmasında esasen hep kadınların ön planda olduğunu görüyoruz. Agroekolojinin odağına aldığı konulardan birisi mevcut endüstriyel tarım sisteminin, monokültüre (tek ürüne) dayanan sisteminden çıkıp bunu polikültüre (çoklu ürüne) bağlayan tarafında yine kadınların çok etkili olduğunu görüyoruz.
Hareket bağlamında, uluslararası arenada da buna önderlik edenler yine kadınlar. Ekofeminizmle organik bir bağı var agroekolojinin. Gıda hareketi anlamında La Via Campesina, ittifaklar üzerinden yürüyen bir örgüt. O ittifakların içerisinde de kadın örgütlerinin sayısı hayli fazla.
Küresel iklim krizine çare olma gibi bir iddiası var mı agroekolojinin?
Tek başına agroekoloji, iklim krizine çaredir demek tabii ki çok iddialı olur. Çok fazla parametrenin etkilediği bir vaka, bir olgu iklim krizi. Ancak tabii şu var: İklim krizi içerisinde tarımın da bir dahli, bir payı var, rolü var. O tarım da endüstriyel tarım. Ciddi anlamda fosil yakıt tüketimine ve yine fosil yakıt tabanlı kimyasal girdilerin kullanımına bağlı olarak ilerleyen bir tarım sistemi bu.
Agrokolojinin temel iddiası çiftçilerin, köylülerin piyasadan bağımsız bir şekilde hareket edebilmelerini, kendi otonomilerine kavuşmalarını sağlamak. Ekolojik fonksiyonlardan yararlanarak, tarımsal üretimi gerçekleştirmeyi hedefliyor agroekoloji. Haliyle küresel iklim krizini azaltma yönünde bir etkisinin olacağı aşikâr.
Özellikle hayvancılık faaliyetlerinin küresel iklim değişikliği üzerinde ciddi anlamda etkilerinin olduğunu biliyoruz. Metan ve karbon salınımını yükselten bir hayvancılık sisteminden kapalı devre dediğimiz "entansif hayvancılık" sisteminden daha çok meraya dayanan, bitkisel üretimle entegre edilmiş bir hayvancılık ve tarım sistemine geçiş yine agroekoloji ile mümkün. Yine aynı şekilde agrekoleji yerel ve bölgesel pazarlara da çokça vurgu yapıyor. Üretim ve tüketim yerlerinin birbirinden bu kadar uzağa düşmesi de iklim krizinin nedenlerinden biri. Agroekolojinin temel prensiplerinden birisi üretilen doğa dostu ürünlerin başta yerel ve bölgesel pazarlar için üretilmesi.
Peki agroekoloji yöntemleri daha küçük ölçekte kalan yöntemler mi? Yoksa küresel dünyaya da yayılabilir mi? Yani bu yöntemler geliştirildiğinde agroekoloji dünyayı besleyebilir mi?
Evet, besler; ama bu çok da tartışılan bir konu. Özellikle gıda krizi ve açlık üzerinden. Endüstriyel tarım pratiklerinin verimliliği artırdığı iddiası var. Bu noktada agroekolojik yöntemler dünyayı beslemekten uzak kalabilir gibi bir iddia veya kaygı gündeme getiriliyor. Halbuki örnekler bunun tersini de gösteriyor. Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Endüstriyel tarım dünyayı besledi mi, besleyebiliyor mu?
1940'lı yıllardaki Yeşil Devrim'in temel mottosu da açlığı sonlandırmak, verimliliği artırmaktı. Verimlilik artışı sağlandı mı? Sağlandı. Bu verimliliğin bir bedeli oldu ama. Ciddi bir ekokırım yaşandı o süreçte. Özellikle kullanılan suni-kimyasal gübrelerin hem ürünler üzerinde bıraktığı kalıntılar hem toprağa hem de yeraltı sularıyla su varlıklarına zarar verdi. Halk sağlığı üzerindeki etkileri de hesaba katıldığında aslında bu verimliliğin bedelinin ağır olduğunu görüyoruz.
Açlık bitti mi? Hayır, bitmedi. Son yıllardaki savaşlar ve iklim krizleri vesilesiyle artmaya da devam ediyor. Bugün yaklaşık 1 milyar insan kronik olarak açlık çekiyor. İşin yetersiz veya dengesiz beslenme boyutuna baktığımızda 1 milyar insanı da aşan bir sayıdan bahsediyoruz. Açlığın sayılar üzerinden ifade edilmesi ne kadar doğru bilmiyorum; ama bu saptamayı yapabilmek için sayıları da söylemek gerekiyor. Şirketlerin kâr odaklı verimliliği artırmaya yönelik çalışmalarını aklamak üzere açlığı öne sürmeleri, etik olarak doğru bir noktaya tekabül etmiyor.
"Açlığın sebebi üretim yetersizliği değil"
Agroekolojik yöntemlerin denendiği ilk yıllara bakıldığında çok düşük verim kayıpları yaşanıyor. Ki onların büyük bir bölümü de aslında topraktaki yorgunluğun ve yıllarca kullanılan kimyasalların bırakmış olduğu izler. Belirli bir dönem sonra bu verimlilik farklarının artık ortadan kaybolduğunu, hatta zaman zaman tarımdaki pratiklerin üzerine çıktığını da görebiliyoruz.
Şu yanılsamadan da artık sıyrılmamız gerekiyor: Dünyayı besleyecek yeterli miktarda ürün var mı? Ürün var. Sadece bugünkü nüfusu değil belirli düzeyde yaşanacak nüfus artışını besleyecek üretim de yapılabiliyor dünyada. Agroekolojik yöntemlerle de bu yapılabilir.
Açlığın sebebini üretim yetersizliğinde değil, sosyal adalet kısmında aramak daha doğru bir yaklaşım. Türkiye'de veya dünyanın herhangi bir yerinde veya sahra altı Afrika'sında açlık çeken bir insanın cebinde parası olsa aç kalır mı sorusunun cevabı bence her şeyi özetliyor. Bunun yanıtı hâlâ "Evet, aç kalır" ise üretim yetersiz diyebiliriz; ama yok kalmaz diyorsak ürüne erişimde bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Türkiye için bir ilk diyorsunuz, Metis Yayınları tarafından yayımlanan çalışmanız için. Bir de NotaBene Yayınları'ndan "Agroekoloji: Bilim ve Politika" başlıklı çeviriniz var. Bize biraz bu çalışmadan da bahsedebilir misiniz?
"Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" yeni bir kavramla da örtüşecek bir şekilde agroekoloji başlığıyla çıkan ilk kitap olma özelliği taşıyor. Bu aslında mutluluk verici görünüyor ama bir taraftan da "Keşke çok daha önceden gündeme gelseydi bu kavram," diye de düşünmeden edemiyor insan. O boş alana atılmış bir ilk adımdı "Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün" kitabı.
Notabene'den çıkan kitap ise aslında agroekoloji dediğimizde dünyada akla gelen birkaç isimden ikisinin Miguel A. Altieri ve Peter M. Rosset'in yazdığı bir kitap. Umut Kocagöz'le editörlüğünü yürüteceğimiz Eleştirel Tarım-Gıda Dizisi'nin ilk kitabı olma özelliğini de taşıyor. Bu kitabın şöyle bir özelliği var: Endüstriyel tarım sistemine aslında muhtaç olmadığımızı, bunun bir alternatifinin olabileceğini hem teorik düzeyde anlatıyor hem de dünyadan örneklerle bunun nasıl mümkün olduğunu gösteriyor.
Kavramın popülerleşmesi
Agroekoloji kavramı popülerleşmeye başlayınca ana akım diyebileceğimiz taraflarca bir anlamda ele geçirilmeye de çalışılıyor şu anda. Önümüzdeki dönemlerde çok sık duyacağız bu kavramı; ama bu sohbetimizdeki bağlamında mı duyacağız? Emin değilim.
"Agroekoloji Bilim Ve Politika" kitabı, işin politik-ekonomik tarafını da dikkate alan, toplumsal hareketlerle bağını kuran, kendine bu tartışmaları dert edinen bir kitap. Ve kavramın ele geçirilmesine karşı yürütülebilecek mücadelenin ne olduğu, ne olabileceği konusunda da açılımlar getiriyor. O yüzden de çok kıymetli.
"Başka türlü bir tarım mümkün" diyorsunuz; ancak Türkiye'deki ve dünyadaki tarım politikaları bunun aksini söylemeye devam ediyor. Siz Türkiye'deki tarım politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye aslında 2000'lerin başıyla birlikte çok ciddi bir dönüşüm yaşadı. Tabii ki 2001 krizi bunda etkili oldu; ama bunun ilk adımları uluslararası arenada Dünya Ticaret Örgütü Tarım Anlaşması'yla atıldı. Bu aslında bir yanıyla tarımda uluslararası bir iş bölümüne tekabül ediyordu. O iş bölümünün gereği olarak Türkiye daha emek-yoğun olarak ifade edilen sebze-meyve üretimine ve bunun ihracatına yöneldi.
Eskinin kırsala, köye ve klasik çiftçiye dayanan tarımı terk edilip şirketleşen bir tarım gıda sistemi tercih edildi. Türkiye'nin yaşamış olduğu bu dönüşüm, küresel dönüşümle de çok uyumlu. Çevre, 1870'lerden itibaren kapitalizm ve sermaye birikim dinamikleri açısından hayli kullanışlı bir alandır. Analitik olarak da çok kullanışlıdır.
İlk sömürge dönemlerinden başlayarak dönüşümleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Gıda Rejimi, daha sonra Amerika Birleşik Devletleri hegemonyasındaki 2. Gıda Rejimi -ki Yeşil Devrim'e denk gelir- ve '80 sonrası neoliberal politikalarla kamunun çekildiği, şirketlerin domine ettiği 3. Gıda Rejimi.
"Gıda krizi ciddi boyutlara varacak"
Türkiye'deki politikalarda da bunların yansımalarını görürüz. 2006 yılında Türkiye'de bir tarım kanunu çıktı ve o tarım kanununun 31. maddesi her yıl milli gelirin en az yüzde 1'i oranında tarıma destek verilmesini şart koşar. 2022 yılına geldiğimizde ve bu desteği sene sene incelediğimizde yüzde 1'e ulaştığını göremeyiz. Yüzde 0.5-0.6 bandında gidip gelmiştir. Şimdi tarıma 2.3 milyar TL daha ek destek verilecek, deniyor. İyi, verilsin; ama hâlâ verilmesi gereken desteğe ulaşmıyor o rakam. Çok daha altında kalıyor.
Tarımın, çiftçinin hâlâ bir alacağı var bu anlamda baktığımızda. Günün sonunda şöyle bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz: Politikayı yönlendirmek için kullanacağımız destekler, yeteri kadar verilmiyor. Verilen kısmı da çiftçiye, köylüye değil dışarıdan gelen sermaye ve sermaye gruplarına yönlendiriliyor.
Hâlâ bir gıda krizi var ve önümüzdeki günlerde bunun çok ciddi boyutlara varacağı şeklinde öngörüler var. Türkiye'deki tarımsal yapıya uygun bir politika belirlenemediği için ne yazık ki bugün bu krizle yüz yüzeyiz.
Fatih Özden hakkında
Lisans ve lisansüstü eğitimini Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü'nde tamamladı. Hâlâ aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Kırsal kalkınma, tarım politikaları, alternatif tarım-gıda sistemleri, agroekoloji, gıda egemenliği gibi konular çalışma alanı içerisinde yer almaktadır. Gıda topluluklarında ve demokratik kitle örgütlerinde aktif olarak görev üstlenmektedir.
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.
Son 55 yılını bir bütün halinde devrimci kimliğinde barındırırdı; onun için dün, bugünün hem tercümesi hem temeliydi; her ne yaşandıysa bu, bir yaşam biçimiydi.
Ya da yanı başımdan eksik olmayacak yoldaşlığın...
İtirazın ve alternatifin insanı
17 Mart’ta Mehmet Eren’i sonsuzluğa uğurladık. Onu anlatmak hem zor hem kolay. Kolay, çünkü göğsüne baktığınızda yüreğini, yüzüne baktığınızda düşüncelerini göreceğiniz kadar şeffaftı; samimiydi. Zor, çünkü tüm açıklığına rağmen onun devrimci bir iç dünyası, içinde büyüttüğü bir çocuk, bir gençlik hali vardı. Bize yansıtmasa da içinde hiç dinmeyen fırtınalar taşırdı.
Bir yetişkinin günde 15 kez, bir çocuğun ise günde 400 kez gülümsediği söylenir. Mehmet’in yüzünde hep o içindeki çocuğu yaşatmış/korumuş olmanın gülümsemesi vardı.
Pek çok insan onu nereden tanımışsa oradan bakardı; o ise son 55 yılını bir bütün halinde devrimci kimliğinde barındırırdı; onun için dün, bugünün hem tercümesi hem temeliydi; her ne yaşandıysa bu, bir yaşam biçimiydi.
Devrimciliği bir yaşam biçimi olarak benimseyen, gündelik yaşamı devrimcileştiren niteliği ile pek çok insanın hayatına dokundu. Öyle ki bazen etrafına hissettirmeden insanların hayatını kolaylaştıracak dokunuşlarda/müdahalelerde bulunurdu.
Mehmet Eren’in mücadelesi, 12 Eylül sonrasında da kesintisiz biçimde devam etti; 1983 Ekim’inde tutsak düştü. Tutsaklık sonrasında dışarı çıktığı andan sonsuzluk yürüyüşüne kadar hemen hiçbir dönem mücadeleden kopmadı. İtirazın ve alternatifin insanıydı; kendine bile isyanı vardı.
Sevgi ve dayanışma insanı
Devrimcilik, yaşama sevgi eksenli bakmaktır; insanın içindeki iyiyi açığa çıkarmaktır; tanımlı toplam değerler eşliğinde anı güzelleştirirken aynı zamanda ütopya sahibi olmaktır.
Bazı insanlara devrimcilik çok yakışır. Öyle çok yakışır ki onlar yaşamının her kesitinde devrimciliği hayata tercüme eder gibidir. Hayatının her kesitinde devrim yapar gibidir. Yaşamın her kesitinde değdiği her insanla yoldaşlaşır gibidir. Onların devrimciliğine tanık olmak için geçmişe gitmeye veya olağanüstü pratikler içindeki rolüne bakmaya gerek yok. Çünkü onlar, olağanüstülüklerin değil her anın, yaşamın bizzat kendisinin devrimcisidir. “Nöbetçi” devrimcilerden, part-time devrimcilerden, devrimciliği boş zaman işi olarak görenlerden farkları budur. Onlar, hayatın bizzat kendisini devrimci normlarla ören insanlardır. Tam da Che Guevara gibi.
Mehmet’in Che’ye özel bir ilgisi vardı. Che’ye devrimcilik sorulduğunda doğruluk aşkından, insanlık aşkından, adalet aşkından söz eder. Mehmet’in “Che aşkı” buradan geliyordu. Düşünün ki yumruğu havadaymış gibi gülmek, daha çok yıldıza yumruk değdirmek için en yükseklere uzanmak, mimiklerinin her çizgisinde şiirsel anlam taşımak, devrimciliği ruhen ve bedenen içselleştirmiş olanların işidir. İşte Mehmet bunlardan biriydi. Bu bir devrimcilik tarzıdır. Bu tür insanlar ne kadar yaş alırsa alsın genç kalır. Onlar Dev-Gençlidir. Mehmet tüm zamanların Dev-Gençlisidir.
Evet o kimilerinin bildiği gibi Bostancı’nın “Bıyık Mehmet”iydi ama aynı zamanda Kadıköylüydü, Maltepeliydi, Kartallıydı.
O, dünden devraldığı ve koruduğu nitelikleriyle, bugünkü çözülmenin, yozlaşmanın, savrulmanın, yaşamı boş geçirmenin antiteziydi. Bunun tam tersi olan yaşam biçiminin öznelerindendi. Bugün artık kimileri 25’inde ölüp 75’inde gömülüyor. Çünkü boş yaşıyorlar, amaçsız ve niteliksiz yaşıyorlar.
O, 73’ünde öldü ve yaşamının bütününü dolu dolu yaşadı. En güzel, en örnek, en şanslı kuşaktandı. Hayatı, devrimciliği çok sevdi, biz de onu çok sevdik. Sevdiğimiz oranda da son yolculuğunu kabullenemedik; özellikle ben, hiç kabullenemedim. Bu nedenle, yazının bundan sonrasında ona doğrudan sesleniyorum...
Ne ölümü, ne yaşlanması be kuzum?
Senin gözlerindeki Dev-Genç gülümsemesi yaşlanır mı sanıyorsun? Daha bir çok düşmesi, kalkması, gülümsemesi olacak bu yolculuğun. Hadi gel, yine gözyaşlarımız karışırcasına gülelim seninle; anlatılması zor meseleleri konuşmadan, sessizce, duygu dökerek anlatalım birbirimize. Daha önce de yüreğimde senin için yazdığım metinleri, düşsel fiilleri kimseyle paylaşamasam da iyi gelirdi bana; bundan sonra da yapacağım ama “ah keşke” yaşamasaydım o eksilme hissini.
Süreyya plajı değişmiş, Maltepe eski Maltepe değilmiş; yüreğim takar mı böyle şeyleri? Biz yine sanki ‘80 öncesiymiş gibi konuşacağız eskileri, yeniymiş gibi yaşayacağız o deneyimleri; Ben seni eskitir miyim hiç?
Ben seni çok sevdim be gülüm; sana hiç yakışmadı ölüm. Sana öyle yakışmıştı ki Maltepelilik, “Erenlik,” üzerine toz konmamış çocuk yüreği, yoldaş güzelliği, “abi kapsayıcılığı” diyeceğim ama sen onu “yaşlılık” gibi algılama. Sen hiç yaşlanmadın ki be gülüm.
Sana itiraf ediyorum, hayatımda nadiren (mesela Kadir için) yaptığım şeyi yaptım; mendirekten denize götürüp döktüm gözyaşlarımı. Bir martılar tanık oldu; bir tek martılara gösterdim ağlama anlarımı. Denizin tuzuna kattım gözlerimin tuzunu; başka türlü ifade edemedim içimdeki fırtınalı/dalgalı halleri.
Gözün arkada kalmasın Mehmedim
Seni heyecanlandıracak, sıkça olduğu gibi gözlerini dolduracak gelişmeler yaşanıyor; baharla beraber sadece doğa değil gençlik de uyanıyor.
Bugüne kadar kitap okuyan, ders çalışan gençler şimdi meydan okuyor. Çok umut verici bir süreç bu; karşıtlar arasındaki nitelik farkını görünür kılıyor.
Bizim duruşumuzu anlatan tarihsel diyalektiktir; insanlık adına tüm üretimleri ve ileri adımları kapsayan bir kesintisizliktir; her basamağı kendinde ve bütün içinde değerlidir.
Onlarınki yamalı bohçadır; tutrasızlıktır, ileri giden motoru durdurma veya geriye götürme çabasıdır; tarihsel akışa fren oluşturmaktır. İçi dolu dolu akan, bir pusula gibi yön gösteren, anlam kazanarak derinleşen gençlik nehrine “Nihilizm, emperyalizme uşaklık” vb. yakıştırmaları yapmaları, onların kendi açmazlarıdır/paradokslarıdır. Çok sıkıştılar; yalan da çıkar da bir yere kadar iş görüyor. Gerçekliğin ışığı ve gençliğin rüzgarı altında artık hiçbir şey gizlenemiyor.
Hani sevda tarifine benzetirdik ya devrim tarifini; şimdi o tarifi daha inandırıcı, daha dinamik ve daha gerçekçi olarak kılıyor; genç diyalektik. “Şimdi sen olsan” demeyeceğim, senin gözlerinle bakacağım, akan haklılık nehrine ve bir ucu geleceğe dayalı olan kesintisizlik merdivenine.
Bir arkadaşım “Her devrimcinin ölümü güneşin solmasıdır, yıldız kayması değil” demişti ardından. Güzel bir tanım ama senin güneşinin etrafımıza ve içimize yaydığı ışığı karartmamak bize düşüyor; bu da sana sözümüz olsun...
1960 yılında Antakya’da dünyaya geldi. Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi mezunu. Halen çeşitli gazete ve dergilerde yazıyor. Ayrıca Nasıl Yapmalı, Kadın Sevgi Özgürlük, Direniş ve...
1960 yılında Antakya’da dünyaya geldi. Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi mezunu. Halen çeşitli gazete ve dergilerde yazıyor. Ayrıca Nasıl Yapmalı, Kadın Sevgi Özgürlük, Direniş ve Umut Odağı Haziran, Dünyaya ve Ülkeye Sınıfsal Bakış adlı kitapları yayınlandı.
ABD'li şirket 13 bin yıl önde nesli tükenen kurtları yeniden hayata döndürdü. Firmanın mamutları ve dodo kuşlarını da hayata döndürmek için çalışması sürüyor.
ABD merkezli biyoteknoloji şirketi Colossal Biosciences, yaklaşık 13 bin yıl önce nesli tükenen 'korkunç kurtları' (dire wolf) genetik mühendislik teknikleri kullanarak yeniden hayata döndürdüğünü duyurdu. Şirket, Romulus, Remus ve Khaleesi adını verdikleri üç sağlıklı yavru kurt dünyaya getirdi.
Bilim insanları, 13.000 yıllık bir diş ve 72.000 yıllık bir kafatasından elde edilen DNA örneklerini kullanarak, modern gri kurtların genomunu düzenledi ve bu embriyoları evcil bir köpek taşıyıcı anneye yerleştirdi. Sonuç olarak, fiziksel olarak korkunç kurtların özelliklerini taşıyan yavrular doğdu.
Bu gelişme, nesli tükenen türlerin geri getirilmesi ve biyolojik çeşitliliğin korunması açısından önemli bir kilometre taşı olarak görülüyor. Ancak, etik ve ekolojik sonuçları konusunda da çeşitli tartışmalara yol açıyor.
Firmanın Dodo kuşu ve yünlü mamutları yeniden hayata döndürmek için de çalışma yürüttüğü biliniyor.