Türkiye kadınlarla açıkça savaşan bir ülke haline geldi
ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakın Ertürk, kadına şiddeti “pandemi” olarak tanımlıyor ve vurguluyor: “Devlet kadın ve çocuk hakları üzerinden siyasi pazarlık yapamaz.”
*Hayati önem taşıyan şiddetsiz yaşama hakkının ihlali karşısında da İstanbul Sözleşmesi her kadın için vazgeçilmez olacaktır. Sanırım küçük ve büyük patriarkların asıl korkusu da bunun bilincinde olmalarından kaynaklanıyor.
*İçişleri Bakanlığı'nın koranavirüs döneminde kadına şiddet azaldı açıklamasını anlamak mümkün değil.
*Sanırım sarsılan erkek hegemonyasını yeniden güçlendirmek ve kadın hareketini pasifleştirmek için İstanbul Sözleşmesi "milli ve yerli değil" teziyle itibarsızlaştırmaya çalışılıyor.
Saptamalar, ODTÜ Sosyoloji Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakın Ertürk'ten. Uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevini de yürüten Ertürk, İstanbul Sözleşmesi'nin fesh edilmesi halinde kutuplaşmanın artacağına dikkat çekiyor.
Kadınların haklarının gasp edilmesine yönelik hamlelerin "rejim değişikliği"ne işaret edebileceğine dikkat çeken Ertürk'e göre, Sözleşme'den çekilmek demek Türkiye'nin uluslararası sistemle bağını kopartmayı da göze almak demek.
Prof. Dr. Ertürk anlatıyor:
"Ataerkil erkeklik kendisini yeniden tesis etme çabasında"
Siz erkek şiddetini nasıl tanımlıyor ve değerlendiriyorsunuz?
Erkek şiddeti her yerde iktidar ilişkisinin bir sonucu zor kullanarak kadını kontrol altında tutma, erkeğin kendi iktidarını ve imtiyazlı konumunu sürdürme çabasıdır.
Ancak, bu iktidar ilişkisi soyut bir düzlemde değil başka eşitsizlik sistemleriyle kesişen (intersectional) ataerkil cinsiyet rejimi içinde somutlaşır.
Tabii, eşitsizlik sistemlerinin kesişme noktalarını ekonomi politik içinde tarihsel özgüllüğünden kopuk görmemek gerekiyor.
Üretim ve yeniden üretimin toplumsal kurgulanışı çelişkili unsurları içinde barındıran ve tarihsel çeşitlilik gösteren dinamik bir süreçtir. Bu nedenle, her ne kadar ataerkil sistem farklı üretim biçimlerine ayak uydurarak ayakta kalmışsa da zaman ve mekân faktörüne göre gelenekselden modernliğe doğru bir eksende toplumsal gelişmeler ve eşitlik talepleri karşısında her yerde bir istikrarsızlaşmayla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, ataerkil erkeklik de kendisini yeniden tesis etme çabasındadır.
“Ev içi şiddet eril gücün restorasyon aracı”
“Ataerkil erkekliği yeniden tesis etme çabası”nı biraz daha açar mısınız?
Ben erkek şiddetinden çok ataerkil şiddet kavramını Türkiye açısından daha betimleyici buluyorum, zira toplumumuzdaki aile yapısı ve bağları düşünüldüğünde eril güç ailedeki diğer bireylerce de paylaşılır ve hatta bazı kadınlar da düzenin korunmasında yetkili kılınarak kadınların eşitlik mücadelesi zayıflatılmaya çalışılır.
Dolayısıyla, kadının itaatini öngören ev içi şiddet eril gücün restorasyonun sağlanmasında vazgeçilmez bir araçtır. Üstelik ataerkil yapı yasal, kurumsal ve siyasi değerler tarafından da pekişerek bir sistem konsolide olmak zorundadır. Son yıllarda gerici çevreler konuyu din sömürüsüyle de taçlandırarak erkek egemenliğini adeta tanrı buyruğu olarak sunarak dokunulmazlık zırhına bürünmeye çalışıyor. Bu anlayışa göre erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü dini bir vecibe olduğu için itaat etmeyen kadının çeşitli müeyyidelere çarptırılması zorunludur. Bazıları, kız çocuklarıyla cinsel ilişki konusunu, “istismar değil Allah'ın emri” olarak yorumlayacak kadar ileri gitmişlerdir.
Nasıl?
Sorun salt “erkek şiddeti” olarak tanımlandığında toplumsal koşullar ve yapısal eşitsizliklerden bireysel nitelikleri temel alan yaklaşımlara doğru bir kavramsal kayma riski taşır. Bu da, kadına şiddetle mücadelede, özellikle sağlık ve yargı sektörlerinde uzmanlaşan ve “kırılgan grupların” (vulnerable groups) korunması, faillerin tedavi edilmesi ya da cezalandırılması gibi önlemleri öncelikli hale getirir.
Bu bağlamda, Türkiye’de şiddetle mücadelede, bir taraftan kadınları doğurganlık ve annelik rollerine indirgeyerek ataerkil yapı güçlendirilirken, diğer taraftan da erkeğe elektronik kelepçe takma gibi bireysel ve yüzeysel yöntemler gündeme getiriliyor.
“Türkiye bir dönem umut verici durumdaydı”
BM Kadına Karşı Şiddet raportörlüğü de yaptığınız, Türkiye’deki şiddet vakalarını dünya ülkeleriyle kıyaslar mısınız?
Bilindiği gibi, kadına şiddet olgusu insan hakları hareketi içinde ve siyasa oluşumunda görece yeni bir gündem maddesidir. Ancak 1990’lı yıllarda, küresel kadın hareketinin ısrarlı savunuculuğu ve BM bünyesinde yer alan feministlerin de desteğiyle şiddet konusu uluslararası resmî belgelerine temkinli bir biçimde nüfuz edebildi.
Önce, bir ayrımcılık olarak CEDAW 19 numaralı Genel Tavsiye Kararında (1992), sonra da insan hakkı ihlali olarak 1993 Viyana İnsan Hakları Konferansının belgelerinde resmen kabul edildi. Böylece, 1990’lı yıllarda esen insan hakları rüzgarı kadınların senelerce şiddete karşı verdiği mücadelenin önünü açtı, devletleri bu mücadeleye taraf kıldı ve kadın hakları alanında kapsamlı bir uluslararası rejimin oluşmasına ivme kazandırdı.
Bu gelişmeler ulusal düzeyde şiddetle mücadelede hükümetlere yasal ve kurumsal reform, kadınların güçlenmesini destekleme, toplumu bilinçlendirme gibi alanlarda önlemler alma yönünde özen yükümlülüğü (due diligence) getirdi ve Türkiye dahil pek çok ülkede kadın hakları alanında kayda değer gelişmeler kaydedildi.
Dolayısıyla, yıllarca yok ya da özel mesele olarak nitelendirilen bir konuda ülkeler arası bir kıyaslama yapmayı mümkün kılacak yeterli ve sistematik bir veri tabanı ne yazık ki yok. Kadına şiddet özel raportörü sıfatımla 2008’de İnsan Hakları Konseyine sunduğum ‘kadınlara karşı şiddet ve devlet tepkisi üzerine göstergeler’ konulu rapor (A/HRC/7/6) ile ülkeler arasında karşılaştırmalar yapılabilmesine olanak tanıyan sınırlı bir göstergeler kümesi önermiştim.
Bu rapor ile küresel düzeyde kabul edilecek göstergelerin, ülkelerin kendi ilerlemelerini değerlendirebilmelerini sağlayacak çalışmalara yol açmasını umuyordum. Rapor hükümetler arası kurulda kabul gördü ve BM İstatistik Komisyonu kadına şiddet göstergeleri üzerinde çalışmayı sürdürmek üzere görevlendirildi. Ancak, bu yönde hala bir gelişme olmadı.
Pekin Eylem Platformu, Sürdürülebilir Kalkınma hedefleri ve diğer pek çok siyasa metinleri zaman ayarlı göstergelere pek yer vermez, ben bunu hükümetler açısından yükümlülükten kaçış olarak görüyorum. Zira somut hedefler belirlenmemişse yükümlülüklerin yerine yetirilip getirilmediği de yoruma açık kalır.
“Genelgeler uygulanmıyor”
Türkiye açısından da bir değerlendirme yapar mısınız?
Üzerinde anlaşma sağlanmış şiddet göstergeleri olmadığı gibi konuyla ilgili bilgi de her ülkede küçük ölçekli araştırma ya da farklı ölçütlere göre derlenmiş ulusal istatistiklere dayanıyor. Dolayısıyla, raportörlüğüm sırasında (2003-2009) büyük ölçüde kalitatif çalışmalarla mevcut verileri değerlendirme durumunda kaldım.
Her ne kadar ülke kıyaslaması yapmaya elverişli veri tabanı olmasa da kadına şiddetin –farklı biçim, ölçek ve boyutta- dünyanın her yerinde ciddi bir sorun olmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Ülkeleri birbirinden ayrıştıran asıl faktör ise hükümetlerin bu konuda ne yaptıkları.
Bu açıdan bakıldığında, raportörlüğüm sırasında Türkiye diğer pek çok ülkeye göre ümit verici durumdaydı. Kadın hakları ihlalleri, şiddet, kalkınma hedefleri açısından kadınların çok geride olmaları gibi pek çok sorun vardı ama aynı zamanda güçlü ve aktif bir kadın hareketi vardı, hükümetin de talepler karşısındaki tutumu olumluydu.
Hatırlayacağınız gibi 2005'te mecliste namus cinayetlerini araştırma komisyonu kurulmuştu. TBMM Başkanı Arınç komisyon raporunu “Bugüne kadar yapılmış en önemli toplumsal araştırmadır” diyerek kabul etmişti.
Komisyon çalışmalarını takiben 2006/17 sayılı Başbakanlık genelgesiyle tüm kamu ya da özel kurum ve kuruluşlar kadına ve çocuğa yönelik şiddetin önlenmesi konusunda görevlendirildi. Raportörlük görevine geldiğim 2003'te yetkililerin ve siyasilerin genel olarak kadına şiddet konusunda reddedici bir tavır içinde oldukları düşünülürse üç yıllık bir süre içinde gelinen noktanın önemi yadsınamaz.
Genelge şöyle başlıyor: ‘Kadın ve çocuklara yönelik şiddetin ülkemizde de devam ediyor olması yeni ve acil önlemlerin alınmasını gerekli kılmaktadır.’ Recep Tayip Erdoğan imzasını taşıyan ve sorumlu kuruluşların ve bu kuruluşlarla işbirliği içerisinde hareket etmesi gereken kurumların ayrı ayrı belirtildiği genelgede Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkalığı öncelikli olarak ‘cinsiyet rol ve kalıplarını, ataerkil yapının yarattığı olumsuzlukları vurgulayan ahlaki söyleme sahip bir dil’ geliştirme yönünde görevlendirilmişlerdir. Ancak, kısa bir süre sonra ne genelgenin ruhu ne de hedeflerinden eser kaldı.
Genelgede belirtilen görevler yerine getirlmediği gibi genelgenin bizzat mimarı, kadın erkek eşitliğini rededici bir platforma doğru yöneldi. Türkiye şiddetle mücadelede neredeyse örnek gösterilecek bir ülke konumundayken, ne yazık ki, kadınlara karşı açık bir savaşın ilan edildiği bir ülke haline geldi.
"Kadına şiddet paradoksu" gibi bir kavram kullanıyorsunuz bunu açıklar mısınız?
Burada “kadına şiddet paradoksu” kavramına dikkat çekmek isterim. Zira İstanbul Sözleşmesi karşıtı platformlar şiddetin sözleşmeden sonra arttığına işaret ederek karşı tezlerini sürdürüyorlar.
Oysa, bu artışın iki açıklaması var. Birincisi, devlet şiddetle mücadelede daha fazla önlem aldıkça –yasaları değiştirme, korumayı artırma, sivil toplum kuruluşlarına hizmet sunumları için destek sağlama gibi- şiddet düzeyleri de artıyor. Çünkü en baştaki bildirim tabanı çok düşüktür.
Kurumlara yapılan bildirimlerde ve araştırmalarla ortaya çıkan olgularda artış beklenmesi normaldir. Normal olmanın ötesinde bu durum kadınlara karşı şiddete gösterilen hoşgörünün sorgulanması ve kadınların korunma ve tazminat hakları olduğunu kavramaları bakımından bir başarı göstergesi sayılmalıdır.
İkincisi, kadınlar artık kaderlerine razı olmuyor -yani onlara biçilen toplumsal konuma karşı geliyorlar, bu da gerek devletin muhafazakar/baskıcı politikalarının artırmasına, gerekse devlet dışı eril şiddetin dozunu arttırmasına neden oluyor ki bu da kadınların özgürlük mücadelesindeki kazanımlarına bir tepkidir.
İstanbul Sözleşmesi’ni hedef gösterenler İsveç ve Norveç’i neden örnek gösteriyor?
Güvenilir ve hassas veri tabanına sahip ve şiddet vakalarıyla en etkili mücadeleyi yürüten ülkelerde şiddet verileri diğer ülkelere göre daha yüksektir. Bugün, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı bayrak açmış olan cahiller tezlerini güçlendirmek için İsveç, Norveç gibi ülkelerdeki şiddet düzeylerini örnek gösteriyorlar.
Oysa, bu ülkeler şiddetle mücadelede en fazla yol almış, şiddet vakalarının raporlanma oranlarının yüksek ve kayıt sisteminin en gelişmiş olduğu ülkelerdir. Hatta, detaylara yoğunlaşarak şiddetin en görünmez biçimlerini ve boyutlarını görünür kılmaya çalışıyorlar. Kadınları susturan ve muhalif seslere ve taleplere karşı kamusal alanı gittikçe daraltan bizim gibi ülkelerde mevcut şiddet verilerinin gerçeğin çok altında olma olasılığı yüksektir.
Cumhuriyet reformlarının kadınlara sunduğu eşit miras hakkı da çok rahatsızlık vermişti ve bugün hala yasal reformlarla kadın haklarını genişletmeyi hedefleyen diğer Müslüman ülkeler bir tek miras hukukunda ilerliyemiyorlar. Çünkü miras ataerkil gücün temel taşları içinde en önemlisi.
Türkiye’de yıllarca kadınlar miras haklarından feragat etmeleri için baskıya maruz kaldı ya da akraba evliliklerlerine zorlanarak mülkün ailede kalması sağlandı. Ancak, kadınların eriştiği eşitlik bilinci, artık miras hakkının gaspına olanak vermiyor.
Bugün, eşit miras hakkından kendi iradesiyle vazgeçecek çok fazla kadın olabileceğine ihtimal vermiyorum. Hayati önem taşıyan şiddetsiz yaşama hakkının ihlali karşısında da İstanbul Sözleşmesi her kadın için vazgeçilmez olacaktır. Sanırım küçük ve büyük patriarkların asıl korkusu da bunun bilincinde olmalarından kaynaklanıyor.
“Kadına şiddet bir pandemidir”
İçişleri Bakanlığı'nın "Şiddet azaldı" söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Esasında kadına şiddet bir pandemidir ve kriz dönemlerinde dozunun arttığını biliyoruz. İçişleri Bakanlığı'nın koranavirüs döneminde kadına şiddet azaldı açıklamasını anlamak mümkün değil.
Neredeyse tüm kurumların kapandığı ya da yarı kapasite çalıştığı, insanların evlerde tecrit edildiği ve şiddet önleme mekanizmalarının uygulanmadığı koşullarda şiddet vakalarını raporlanma ve kayıt altına alınması özellikle güçleşti. Milyonlarca kadının internete ve akıllı telefona erişimleri yok. Sosyal ağlarından da büyük ölçüde koptukları için pek çoğunun yardım isteme kanalları sınırlandı.
Dolayısıyla, korona dönemindeki ev içi şiddetin boyutlarını tam olarak bilmiyoruz. Diğer taraftan her gün kadın cinayeti haberleri medyada yer almaya devam etti, bazı cinayetler farklı biçimlerde kayda geçse de sayılar azalmaya işaret etmiyor.
“Sözleşme’den vazgeçme hamlesi siyasi”
bianet’in korona dönemine ilişkin 2020 verileriyle 2019 yılının aynı aylarına denk gelen verilerinin karşılaştırılması “şiddet azaldı” tezini çürütüyor. Sözleşme'den vazgeçme hamlesinin tamamen siyasi olduğunu düşünüyorum.
Bugün, yukarda değindiğim 2006/17 genelgesine imza atan aynı iktidar tamamen ters bir yaklaşım içinde kadınların kazanılmış haklarını, yani bir dönem taraf oldukları hakları yok etmeye çalışıyor. Bir yerde, bu siyasi hamlenin hükümetin istikrarsızlaşan hegemonyasını kadınları ve çocukları feda ederek restore etme girişimi olarak görmek mümkün.
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlar sözleşmenin milli ve yerli olmadığını iddia ediyor. Siz bu söylemleri nasıl karşılıyorsunuz?
Küreselleşen dünyanın her alanda bütünleştiği ve ülkelerin birbirine bağlı hale geldiği bir zamanda bu söylemleri anlamak mümkün değil. Acaba İstanbul Sözleşmesine karşı olanlar milli olmadığı için dinimizden de mi çıkılmasını savunuyorlar? Din de insan hakları gibi değerler yerel değil evrenseldir. Dolayısıyla, iman ve hak / hukuk gibi alanlar insanlığın ortak değerlerinden beslenir.
Ancak, konu kadın haklarına gelince sorun kültürleştirilerek “bu bizim kültürümüze / dinimize aykırı” argümanı neredeyse tüm toplumlarda dile getiriliyor.
Kadın haklarının kültürleştirilmesi dikkatlerin yapısal eşitsizliklerden, ekonomik ve siyasi sorunlardan kaydırılmasına yarıyor. Bunu kuzey / güney ilişkilerinde de görüyoruz. Güney ülkelerindeki kadınların ve azınlıkların karşılaştıkları dezavantajları ötekinin kültürüne bağlamak neo-liberal küreselleşme taraftarları için faydalı bir ideoloji oldu. Böylece yayılmacı kapitalizmin ve silah ticaretinin yol açtığı çatışma ve tahribatın sorumluluğu başkasının kültürüne yıkılarak hedef saptırılır.
Diğer taraftan, kültürel özcülük kadın hakları taleplerini bastırmak için geleneksel ataerkiye vazgeçilmez mazeret sunar. “Kültürümüz” diye başlayan söylemler esas itibariyle farklı ataerkil sistemlerinin eril kültürünü yansıtır. Çeşitli ülke kadınları kültür ve din temelli eril yaklaşımlara “bu benim kültürüm değil” sloganıyla karşı eyleme geçmişlerdir.
Sanırım sarsılan erkek hegemonyasını yeniden güçlendirmek ve kadın hareketini pazifleştirmek için İstanbul Sözleşmesi “milli ve yerli değil” teziyle itibarsızlaştırmaya çalışılıyor.
Oysa çok yazıldı çizildi, gerek İstanbul Sözleşmesi gerekse genel olarak insan hakları standartları tam da yerellikten kaynaklanır ve beslenir. Bunlar, zulme karşı dünyanın dört bir yanındaki mücadelenin sonucu geliştirilen standartlardır. İstanbul Sözleşmesi Türkiye için, gerek içeriği gerekse gelişim süreci açısından fazlasıyla milli ve yerli nitelik taşır. Buna uzun uzun girmek yerine Selin Nakipoğlunu’nun bir cümlesini alıntılamakla yetineceğim: “Bu sözleşmenin metninde Nahide Opuz’un annesinin, Güldünya Töre’nin, Ayşe Paşalı’nın kanı var” (Duvar, 19 Temmuz 2020).
Siz de o dönemin tanıklarındansınız…
Süreç açısından bakıldığında da, gerek devlet gerekse devlet dışı aktörlerin oynadığı rol bakımından, Türkiye başından beri İstanbul Sözleşmesi’ne giden yolda ön planda yer aldı. Yerel kadın hareketlerinin de talebi üzerine (Opuz vs Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi belirleyici bir davadır), Avrupa Konseyi, Sözleşmeye giden yolu kadına şiddetle mücalede kampanyasıyla (2006-2008) resmen başlattı.
Türkiye’nin bu süreçteki görünürlülüğünü öne çıkan bazı gelişmeler şöyle: Kampanyayla birlikte 2006-2008 arasında Sözleşme'yi kaleme almak üzere 8 uluslararası uzmanın yer aldığı bir görev gücü oluşturuldu. Bu uzmanlardan biri de Prof. Dr. Feride Acar’dı. Prof. Acar daha sonra Türkiye adına Sözleşme müzakerelerinin yapıldığı CAHVİO’da (2009-11) görev yaptı ve sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle GREVİO’ya seçildi ve ilk başkanı olarak uygulamaya ilişkin Sözleşmenin alt yapısının geliştirilmesine katkıda bulundu. 28 Haziran 2006'da, BM Kadına Şiddet Rapotörü sıfatımla Avrupa Konseyi Parlementer Meclisinde şiddetle mücadele kampanyasını çerçevesinde bir konuşma yapmak üzere davet edildim.
27 Kasım 2006’da İspanya’nın ev sahipliğinde Madrid’de kampanyanın tanıtım toplantısında “şiddet mağdurlarının korunması ve desteklenmesi” panelindeki dört konuşmacıdan biri Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’ydu.
Aynı toplantıda BM Raportörü olarak ‘şiddetin önlenmesinde tutum değişikliği’ panelinin açılış konuşmasını yaptım. Madrid toplantısına Türküye’den çeşitli partilere mensup milletvekilleri de katıldı. 2011’de İstanbul’da imzaya açılan Sözleşme bu şehirden ismini alarak kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılır oldu ve Sözleşmeye ilk taraf olan ülke Türkiye oldu. Görüldüğü gibi İstanbul Sözleşmesi fazlasıyla “milli ve yerli”dir.
“Sözleşmenin kaldırılması kutuplaşmayı artırır”
Sözleşmenin kaldırılmasının sonuçları neler olur?
Sözleşmenin kaldırılmasının hem ulusal hem de uluslararası sonuçları olacağı muhakkak. Hukuki sonuçlarını hukukçular daha iyi değerlendirir ama siyasi bakımdan iç siyasette kutuplaşmayı ve toplumsal huzursuzluğu arttıracaktır.
Bugün sadece kadınları ilgilendiriyor gibi algılanan kadın hakları konusu, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması durumunda gerek sivil toplum bağlamında gerekse siyasi partiler bağlamında yeni dengelere ve ittifaklara yol açacaktır diye düşünüyorum. Zira gerici tehditin topyekun bir sistem meselesi olduğu artık idrak edilmeye başlandı.
Siyasi iktidar hesabını iyi yapmak zorunda. Ülkeyi felakete sürüklleme pahasına kendini kurtarmak için radikal bazı çevrelerin desteği için hak, hukuk ve demokrasinin altını mı oyacak, yoksa toplumu ileriye götürücü bir siyaset mi izlemeyi tercih edecek? Birinci seçenek, hem kadınlar hem ülke için tehlike yüklü ve iktidarın kendisi için son derece risklidir.
“Rejim değişikliği ihtimali akıllara geliyor”
Peki uluslararası düzeyde?
Uluslaraarası düzeyde ise her ne kadar sağ popülist bir yükselme söz konusuysa da uluslararası sistemden vazgeçme yönünde güçlü bir eğilim görmüyorum.
Dolayısıyla, uluslararası insan hakları sistemi bir iki ülke dışında hala geçerliliğini koruyor. Türkiye’nin Sözleşme’den çıkmayı göze alması demek uluslararası sistemle bağını kopartmayı göze alması anlamına gelir ki bu da son derece tehlikeli bir rejim değişikliğinin hedeflendiği ihtimalini akıllara getirmiyor değil.
Bu kadar radikal bir dönüşüm olmasa bile Bertil Emrah Oder’in belirttiği gibi, “…siyasal açından Avrupa Konseyi bünyesinde Türkiye'nin de temsil ettiği insan haklarına dayalı müktesebattan ciddi bir kopuş yaşayacağız. Türkiye, insani değerlere dayalı bir uzlaşıyı önce benimseyen ve hatta şekillendiren umut vaat eden bir örnek iken, geri çekilme halinde şiddete karşı uzlaşıyı reddeden bir örnek olacak. Aslında kendi kendine yaptırım uygulayacak. Şiddet karşısında kadınların insan onurunu gözetmeyen bir düzeyde kendini konumlandıracak” (bianet, 18 Temmuz 2020).
Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?
Tek söyleyebileceğim, insan haklarının millisi ve yerlisi olmaz ve devlet kadın ve çocuk hakları üzerinden siyasi pazarlık yapamaz!
Cornell Üniversitesi'nden 1980 yılında kalkınma sosyolojisi alanında doktorasını aldı. ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde Riyad Üniversitesi (1979-82) ve Hacettepe Üniversite'sinde (1983-86) de görev yaptı.
Çeşitli kuruluşlara uluslararası düzeyde kırsal kalkınma alanında danışmanlık yapmış (1986-2003), Ekim 1997-Ekim 2001 arasında Birleşmiş Milletler (BM) araştırma ve eğitim kurumu olan INSTRAW'nun (Santo Domingo) başkanlığı, Mart 1999-Eylül 2001 arasında BM Kadının İlerlemesi Bölümü'nün (DAW) başkanlığı, ve 2003-2009 arasında BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü, Kırgızıstan Haziran 2010 olaylarına yönelik Uluslararası Bağımsız Soruşturma Komisyonu üyeliği (Ekim 2010-Nisan 2011), BM İnsan Hakları Konseyi Suriye'deki olaylara ilişkin Uluslararası Bağımsız Soruşturma Komisyonu üyeliği, Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi üyeliği görevlerini yürüttü.
(2009-13 ). Halen Haziran 2013'te kurucu üyesi olduğu, İltica ve Göç Araştırma Merkezi Derneği'nin (IGAM) yönetim kurulu üyesi. Aynı zamanda ODTÜ Sosyoloji bölümü öğretim üyesidir.
(EMK)
*Eylemlerden kadın fotoğrafları: Eylem Nazlıer/Zeynep Kuray
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.
Güneş Fadime Akşahin, Tarih Öncesi Arkeoloji bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Meclis faaliyetlerinin içinde yer alıyor. Aynı zamanda genç kadın örgütü olan Genç Feministler Federasyonu’nun temsilciliğini yapıyor.
Genç kadın üyelerinin kurucusu olduğu Genç Feministler Federasyonu Girişimi, federasyonun 19 Mart’ta dernekleşmek üzere başvuru yapacak.
Böylece, bugüne kadar Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nda mücadele eden genç kadınlar, 2023 yılında tarihi bir sorumluluğu omuzlarında hissederek “Patriyarka mezara, Yaşasın kadınlar, Yaşasın genç feministler” şiarıyla Genç Feministler Federasyonu'nu kurmak üzere yola çıkmış olacak.
19 Mart Çarşamba günü saat 13.30’da Şişhane Meydanı’nda buluşacak Genç Feministler, Dernekler Müdürlüğü’nün önüne hep beraber geçerek federasyonun ilk derneğini kurmak için başvuruda bulunacak.
“Genç feministler hareketi yaratacağız”
Dernekleşme sürecini bianet’e anlatan Akşahin, “tam anlamıyla bir federasyon olacağız” diyor:
“Derneği kurma fikri federasyon kurma fikrinden ortaya çıktı. Bir buçuk sene önce seçimlerden sonra Türkiye'de bir Genç Feministler Federasyonu'nu kurmaya karar verdik.
Genç Feministler Federasyonu’muzda girişim olarak hareket ediyorduk. Federasyon olmak için de en az beş derneğin bir araya gelmesi gerekiyor, biz de bu yüzden ilk derneğimizin merkezi İstanbul olacak şekilde İstanbul'da açıyoruz.
İlerleyen zamanlarda diğer illerdeki arkadaşlarımız da derneklerini açacaklar. İstanbul başta olmak üzere Ankara'da, İzmir'de, Eskişehir'de açılacak daha sonrasında federasyon başvurusunda bulunup tam anlamıyla bir federasyon olacağız.
Tüm üniversitelere ulaşabileceğimiz, tüm illerde faaliyet yürüyebileceğimiz geniş bir genç kadın hareketi, genç feminist hareketi yaratabilmek için federasyona ülke olarak ihtiyacımız olduğunu düşündük.
Bizim kuşağımızın kadın mücadelesine hareket kazandırma ve yeni bir soluk getirmeye gibi görevi var, biz bu görevi yerine getirmek istedik. Bu yüzden böyle bir karar aldık. Yarın ilk derneğimizi açıyoruz.”
Kampanyalarına dair de bilgi veren Akşahin, detayları şöyle anlatıyor:
“Aile bizi hayatta bağlamaz diye bir politika politikamız var, sloganı da bu. Bununla ilgili çalışmaları hızlandıracağız, kampanya süreçlerimiz olacak.
Aynı zamanda genç kadınların en çok yaşadığı şiddet türü olan ısrarlı takip ve dijital şiddetle ilgili çalışmalarımız ve planlarımız var, onlarla ilgili yakında yeni çalışmalara başlayacağız, onları planlıyoruz şu an bazı şeyler net değil.
Liseli arkadaşlarımızın eğitim içerisinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin yer alması konusuyla ilgili gönüllü çalışmalar yürütüyorlar. Bu konuyla da ilgili çalışmalar olacak.”
“Ortak hareket edeceğiz”
Türkiye genelinde üniversitelerdeki ve liselerdeki genç kadınları bir araya getirmeyi hedeflediklerini söyleyen Akşahin, asıl hedefin erkek şiddetine dikkat çekmek ve şiddetin azalmasına katkında bulunmak olduğunu söylüyor:
“Bizim açacağımız ilk dernekte federasyona bağlı çalışacak olan bir kurum olmuş olacak. Girişim ifadesini kaldırarak federasyon ismiyle çalışmalarımızı sürdüreceğiz.
Hedeflerimiz öncelikli olarak Türkiye’de kadın cinayetleri bu kadar yüksek oranda yaşanırken hükümetin aile odaklı politikalarla ve aile yılı ifadeleriyle genç kadınları daha fazla ailenin içine hapsediyor, aile ile tanımlamaya çalışıyorlar.
Bizim kuşağımız hükümetin hayat görüşüne sahip olan ve onun gibi yaşayan bir kuşak değil. Genç kadınların özgürlük bayrağını en yukarıya kaldırmasında eğitimde kamu desteğinin olmaması,aile politikası yoksulluk ve ekonomik krizin etkisiyle ket vuruluyor. Bütün bunlar genç kadınları özgürlükten uzaklaştırıp aileye daha fazla bağımlı bir hayat yaşamak zorunda bıraktırıyor. Bu mücadelemizi güçlü bir şekilde bulunduğumuz her alanda üniversite içinde, üniversite kulüpleriyle ve başka çalışmalarla büyütmeyi, yükseltmeyi hedefliyoruz.
Bir diğer hedefimiz ve bizim için kritik noktalardan biri olan üniversitelerde genç kadınların yaşadıkları sorunlar olan; cinsel şiddet, taciz ve üniversiteler içerisindeki özgürlük düşmanı ortama karşı mücadelemizi devam ettirmek.
Bizim kuşağımızı apolitik gibi göstermeye çalışılan durumlar oluyor, bunun altını çizmek isterim bizim kuşağımız hükümetin hayat tarzına, kültürel yaşantısına kendini ait hissetmiyor.
Genç kadınlar olarak feminist harekete yeni bir soluk getirerek ileriye taşımayı hedefliyoruz. Hep birlikte hareket ederek tüm çözüm önerilerini beraber konuşup geliştiriyor olacağız.”
“Kurucu üye olmak isteyen herkes kurucu üye olabilecek”
Herkesi derneğe üye olmaya çağıran Akşahin, şöyle sesleniyor:
“Derneği kurmaya karar verenler olarak geçici yönetim kurulu ve denetleme kurulumuz hali hazırda vardı. Fiili gönüllü olarak çalışmalarımızda yer alan üyelerimize kurucu üye olma çaresini yaptık. Kurucu üye olmak isteyen herkes kurucu üye olabilecek. Yarın çağrı yapacağız ve üye olmak isteyenler yarından itibaren, üye olmaya başlayacak."
“Umut biziz genç feministiz”
Dernek kurulacağı için mutlu ve heyecanlı Akşahin. “2023 genel seçimlerinden sonra Türkiye'nin böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu, umutsuzluğun ve karamsarlığın çok hızlıca yayılabilme riski olduğunu fark ettik” diyor ve son olarak şöyle diyor:
Genç kadınların sahneye çıktığı ve patriyarka'yla kıran kırana savaştığı, ana hedefi her daim küçük hedefler değil patriyarka'yı alaşağı etmek isteyen bir yapı kurmalıyız demiştik. Genç Feministler derneği böyle ortaya çıktı. Fikirlerimizin artık somutlaştığı bir aşamaya gittiğimiz için mutluyum.
Bizim sloganlarımızdan biri “Umut biziz, genç feministleriz” biz bunu doğru buluyoruz. Genç kuşaklar her daim yaşadığı sorunlara çözüm arayışında olacaklar. Elimizden geleni yapacağız. Yarın çok güzel bir gün olacak."
Seyhan’ın görünmeyen yüzü: Yoksulluk, eğitim engeli ve kadınların mücadelesi
Kadınların en büyük sorunlarından biri de güvenlik. Fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalan kadınlar, koruma kararlarının uygulanmamasından şikayetçi.
Adana’nın en büyük ilçesi olan Seyhan, Türkiye’nin 8. büyük ilçesi olarak biliniyor. Ancak ilçenin bazı mahalleleri, özellikle doğudan yoğun göç alan bölgeleri, sosyo-ekonomik olarak ciddi sıkıntılarla karşı karşıya. Yoksulluğun derinleştiği bu mahallelerde en çok mağdur olan kesim ise kadınlar.
Eğitimden sağlığa, güvenlikten ekonomik özgürlüğe kadar pek çok alanda ciddi engellerle karşılaşan kadınlar, yaşam mücadelesini sürdürebilmek için çare arıyor.
Okuma yazma bilmeyen kadınlar eğitimden uzaklaştırılıyor
Seyhan’daki dezavantajlı mahallelerde kadınların yaklaşık %80’i okuma yazma bilmiyor. Halk eğitim merkezlerinde açılan kurslar, kadınlar için umut ışığı olmuşken, devletin bu merkezlere öğretmen göndermeyi bırakması, onların eğitim hakkından mahrum kalmasına neden oldu.
Okuma yazma öğrenmek isteyen kadınlar, kursların devam etmesini talep ediyor ancak yetkililerden bekledikleri desteği alamıyorlar. Eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanabilmeleri için temel bir ihtiyaçken, bu fırsat ellerinden alınmış durumda.
Ekonomik şiddet ve işsizlik kıskacı
Bu mahallelerde erkeklerin büyük bir kısmı çalışmıyor ya da çalışsa bile evin ekonomik sorumluluğunu paylaşmıyor. Kadınlar, eşlerinden ya da ailelerindeki erkek bireylerden maddi destek alamadıklarını, ekonomik şiddete maruz kaldıklarını dile getiriyorlar.
Ev içinde emeği görünmeyen kadınlar, çocuklarını doyurabilmek ve geçimlerini sağlamak için yemek yapma, örgü örme, reçel satma gibi küçük ölçekli işlerle para kazanmaya çalışıyor. Ancak bu işler düzenli bir gelir sağlamadığı için kadınlar, belediye ve devlet destekli istihdam projelerinin hayata geçirilmesini istiyor.
Güvenlik endişesi ve kadınların korumasızlığı
Kadınların en büyük sorunlarından biri de güvenlik. Fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalan kadınlar, koruma kararlarının uygulanmamasından şikayetçi.
Uzaklaştırma kararlarının ihlal edilmesine rağmen hiçbir yaptırım uygulanmadığını belirten kadınlar, hukuki süreçlerde yeterli destek göremediklerini dile getiriyor. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için devletin ve yerel yönetimlerin daha etkin tedbirler alması gerektiğini vurguluyorlar.
Uyuşturucu bataklığına sürüklene gençler ve kadınların çaresizliği
Kadınların en büyük ikinci problemi ise uyuşturucu. Mahallelerde uyuşturucu kullanımı ve satışı ciddi bir sorun haline gelmiş durumda. Neredeyse her evde bir bağımlı olduğunu söyleyen kadınlar, çocuklarının da bu batağa sürüklenmesinden endişe ediyor.
Uyuşturucu bağımlısı bireyler, ailelerini hem psikolojik hem de maddi olarak yıpratıyor. Kadınlar, bağımlı bireylerin tedavi edilmesi için ücretsiz ve erişilebilir rehabilitasyon merkezlerinin arttırılmasını ve bağımlıların bu merkezlerde tedavi altına alınmalarını istiyor. Aynı zamanda uyuşturucu satıcılarının mahallelerinde rahatça dolaşabilmesini büyük bir tehlike olarak görüyor ve kolluk kuvvetlerinin daha etkin önlemler almasını talep ediyorlar.
Belediyenin ve devletin sorumlulukları büyük
Seyhan’daki kadınların yaşadığı bu sorunlar, bireysel çabalarla çözülebilecek meseleler değil. Eğitim hakkının sağlanması, ekonomik şiddetin önlenmesi, güvenlik tedbirlerinin artırılması ve uyuşturucuyla mücadelede etkili adımlar atılması için belediyeye, devlet kurumlarına ve kolluk kuvvetlerine büyük sorumluluk düşüyor. Kadınlar, sosyal yardım projelerinin artırılmasını, kadın istihdamına yönelik destekleyici politikaların geliştirilmesini ve şiddet mağdurlarına hukuki destek sağlanmasını istiyor.
Ancak artık söz değil, icraat bekliyorlar. Onlar, yaşam mücadelesini tek başlarına omuzlamaktan yoruldu. Yalnız bırakılmak değil, seslerinin duyulmasını ve gerçek çözümler üretilmesini istiyorlar. Eğitim, güvenlik ve ekonomik bağımsızlık hakları için verilen bu mücadele, sadece onların değil, toplumun ortak sorumluluğu.
Yetkililerin sessizliği sürdükçe bu karanlık döngü devam edecek. Ancak unutulmamalı ki, güçlü bir toplum, güçlü kadınlarla mümkündür. Şimdi, bu sesi duymanın ve harekete geçmenin tam zamanı.
Bu haber, Uçan Süpürge Vakfı'nın Yerel Kadın Muhabirler Ağı projesi kapsamında yayınlandı.
Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Adana'da 2018 yılından beridir serbest avukatlık yapıyor. Kadına Yönelik Şiddet davalarında gönüllü çalışan Aktivist Avukat pek çok ulusal ve uluslararası...
Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Adana'da 2018 yılından beridir serbest avukatlık yapıyor. Kadına Yönelik Şiddet davalarında gönüllü çalışan Aktivist Avukat pek çok ulusal ve uluslararası derneklerin, yerel yönetim meclislerinin yönetim kurulu üyesi olduğu gibi Adana AKDAM Derneği'nin de başkanı.