2019 Kültür-Sanatta Nasıl Geçti? Joker, Nobel, Susamam, GOT, Sansürler ve Yitirdiklerimiz
Haluk Bilginer, rapçilerden Susamam, Joker, bir çağdaş sanat olarak 'muz', Game of Thrones, Yıldız Kenter, Nobel... Öne çıkan filmler, ödüller, tepkiler, sansürler ve hayatını kaybedenler... Özetle 2019'da kültür/sanat alanında neler yaşandı.
Yeni kültür mekanları, algıları değiştiren sergiler, hayatını kaybedenler, ödüllü, tartışma yaratan filmler, merakla beklenen diziler ve fark yaratan müzikler... Bunun yanında sansürlenen, engellenen oyunlar ve kitaplar. Kültür-sanat 2019'da nasıl geçti?
Çağdaş sanatta yeni mekânlar
Türkiye özelinde çölleşen kültür sanat alanı 2019'un sonbahar döneminde çağdaş sanat alanındaki atılımlarla ivme kazandı. Koç Vakfı'nın merakla beklenen yeni çağdaş sanat müzesi ARTER'in açılışı bu alandaki önemli adımlardan biriydi. Bir başka yeni sanat mekanı ise Eskişehir'de açıldı: Odunpazarı Modern Müzesi.
Başta 16. İstanbul Bienali olmak üzere aynı dönemde peş peşe açılan önemli sergiler de dikkat çekiciydi. Kentsel dönüşüm, göç, zorla yerinden edilme, istila, doğa tahribatı, eko feminizm, yok olan su kaynakları, küresel iklim adaleti gibi konuları "7. Kıta" başlığıyla tartışmaya açan bienalin yanı sıra İstanbul Modern'deki Canan Tolon'un "Sen Söyle" ve SALT'taki Nur Koçak'ın "Mutluluk Resimlerimiz" sergileri başı çekti.
Mutluluk Resimlerimiz
"Muzu yedim, çünkü açtım"
Senenin son ayında dünyadan "çarpıcı" bir yerleştirme ve performans geldi. İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan'ın ABD'deki Art Basel Miami Beach'te sergilenen işi, 120 bin dolara alıcı bulmuştu. Koli bandıyla duvara yapıştırdığı 'Komedyen' isimli muz çalışması için henüz "bu sanat mıdır?" sorusu gündemdeyken performans sanatçısı David Datuna, bir performansla duvardaki muzu yedi ve "Muzu neden yediniz?" sorusuna "Çünkü açtım" yanıtını verdi.
Joker'den Kız Kardeşler'e...
Sinemada yine çok verimli bir yıldı. Bu yılın en dikkat çeken ve çok konuşulan yapımı şüphesiz Todd Phillips'in "Joker"iydi. Gotham şehrinin "kötü" karakterlerinden Joker'in nasıl Joker olduğuna odaklanan film, Cannes'da ödül aldı, başrol oyuncusu Joaquin Phoenix'i performansıyla kariyerinde üstlere taşıdı.. Kimileri kötülüğün yüceltilmesi diyerek filmi sorunlu buldu kimisi de kötülüğe giden yolu iyi tasvir ettiği için çok beğendi.
Joker
Son yılların en yakıcı meselelerinden göç ve mültecilik üzerine, çocuk gözünden bakan bir film, "Kefernahum" senenin başlarında merceğimize takıldı. Nadine Labaki'nin filmi, Beyrut'un fakir mahallelerinde yaşam mücadelesi veren 12 yaşındaki Zain'in ailesini "Beni neden doğurdunuz?" diyerek dava açmasına kadar gelen süreci anlatıyordu.
Kefernahum
Emin Alper'in üçüncü sinema filmi "Kız Kardeşler" eleştirmenler gözünde bu yılın en iyi yerli yapımı olarak yerini aldı. Emin Alper sinemasını bir adım öteye çıkarırken film aynı zamanda yurtiçi ve yurtdışından da pek çok ödül getirdi yönetmenine.
Kız Kardeşler
Çoğumuzun çocukluk anılarında dans ve müzikleriyle yer eden efsane Michael Jackson hakkındaki çocuk istismarı iddialarını tekrar gündeme getiren "Leaving Neverland" belgeseli, HBO kanalında iki bölümlük bir belgesel olarak düştü. Tanıklıkların yanı sıra fotoğraflar, görüntüler ve ses kayıtlarıyla desteklenen filmin yönetmeni Dan Reed belgeselini şöyle özetliyordu:
"Bu, Michael Jackson hakkında bir hikâye değil. Bu, Jackson ile yolları kesişmiş iki aile üzerinden çocuk istismarının anlatımı."
Yılın sonuna doğru ise heyecanla beklenen bir ekibin filmi Netflix'teydi. Martin Scorsese'nin filmi "The Irishman"de kimler kimler yoktu ki! Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel ile rüya takım oluşturan "The Irishman", dört saatlik süresiyle biraz sabırları zorladı.
Quentin Tarantino'nun başrollerinde Brad Pitt ve Leonardo Di Caprio'nun yer aldığı "Bir Zamanlar Holyywood"da Pitt ve Di Caprio beyazperdede ilk kez bir araya gelse de film beklenenin altında kaldı. Ama yine de Tarantino tarzı sahneleriyle akıllarda yer etti.
Yılın sonlarına doğru vizyona giren Kıvanç Sezer'in "Küçük Şeyler"i, hem tür olarak hem de Türkiye bağımsız sineması adına dikkat çekti. Vizyona 100 salonda giren "Küçük Şeyler", ikinci haftada 4 salona düştü. Bunun üzerine sosyal medyada kendiliğinden bir kampanya başladı. Bir diğer dikkat çeken yerli yapım ise yine yurtdışından ödüllerle dönen Serhat Karaaslan'ın "Görülmüştür"dü.
Bu liste uzar gider ancak yıl içinde odağımıza aldığımız iki kadın filmini de es geçmeyelim. "Çizilen yoldan çıkan bir kadını" anlatan Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti'nin "Sibel" filmi ve "Ölmek değil, koşmak isteyen kadınları" merceğine alan Céline Sciamma'nın "Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi."
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Star Wars ise final yaptı. Star Wars: Güç Uyanıyor"da imzası bulunan J.J. Abrams'ın yönetmen koltuğuna geri döndüğü ve serinin finalini yapan "Star Wars: Skywalker'ın Yükselişi"; The Resistance'ın özgürlük adına verdiği son büyük savaşı beyaz perdeye taşıdı.
Aramızdan ayrılanlar
Usta oyuncular, yönetmenler, ressamlar, müzisyenler... Çoğumuzun hayatında ürettikleriyle iz bırakan isimler aramızdan ayrıldı. Dilber Ay, Aytaç Arman, Özdemir Nutku, Süleyman Turan, İbrahim Balaban, Enis Fosforoğlu, küçük İskender, Yıldız Kenter, Eşref Kolçak, Ayşen Gruda, Cüneyt Cebenoyan, Tunç Başaran, Yalçın Menteş, Ümit Yesin, Yurdaer Altıntaş, Hale Akınlı, Tonguç Yaşar.
90'ların gençlik dizisi "Evimiz Hollywood'da"nın oyuncusu Luke Perry, ünlü rock grubu Roxette'in solisti Marie Fredriksson, Prodigy'nin solisti Flint ve 80'lerin efsane dizisi Alf'in oyuncusu Max Wright da 2019'da hayatını kaybedenler arasındaydı.
Sansürler, engeller, yasaklamalar...
Grup Yorum, Sıla gibi müzisyenlerin konserlerine, Ankara Birlik Tiyatrosunun ve Levent Üzümcü'nün oyunlarına getirilen yasaklar, televizyon kanallarında sansürlenen filmler, yayınevlerine fuarlarda stand engellemesi, Alpay, Ben Fero gibi sanatçılar hakkında başlatılan soruşturmalar, yazarların katılacağı söyleşilere, kültür konferanslarına engellemeler, Çocukları Muzır Neşriyattan Koruma Kurulunun 'muzır' bulduğu kitaplar ve daha pek çok sansür vakası 2019 yılında da yaşandı.
Eylül ayında "aday" diye duyurusu yapılınca tüm Türkiye çok heyecanlandı. Nihayet Kasım'da Haluk Bilginer, "Şahsiyet" dizisindeki rolüyle 47. Uluslararası Emmy Ödülleri'nde en iyi erkek oyuncu seçildi. Törendeki konuşmasında Bilginer, dizide adalet ve bellek kaybı kavramlarının anlatıldığını belirterek, "İçinde yaşadığımız toplumun bellek kaybı yaşamadığından emin olun"' dedi.
Diziciler için bu yılın en önemli ve çok konuşulan konusu ise "Game of Thrones"un final yapması oldu. Merakla beklenen sezon finali takipçiler tarafından çok beğenilmese de dizi, diziler tarihinin en iyileri içinde çoktan yerini aldı. 1986 yılında Ukrayna'da Çernobil nükleer santralindeki patlama ve sonrasında yaşananları konu edinen "Chernobyl" dizisi de bu yıl öne çıkan yapımlardan biriydi.
Game of Thrones
Müzik dünyası 'susmadı'
Müzik dünyası ve sosyal medya Eylül ayında bir şarkıyla sallandı: "Susamam". Şanışer'in öncülüğünde sanatçılar Fuat, Ados, Hayki, Server Uraz, Beta, Tahribad-ı İsyan, Sokrat St, Ozbi, Deniz Tekin, Sehabe, Yeis Sensura, Aspova, Defkhan, Aga B, Mirac, Mert Şenel ve Kamufle ile birlikte seslendirdiği "Susamam" adlı şarkı Youtube'dan paylaşıldı. Şarkı, Youtube'un trend listesinde birinci sıraya yükseldi. Takip eden günlerde "Susamam" şarkısında yer alan 18 rapçi hakkında savcılığa şikayette bulunuldu. Parçada "gurbet" temalı bölümü seslendiren Defkhan ise Twitter hesabından projeden ayrıldığını açıkladı.
Ermeni besteci ve müzikolog Gomidas'ın doğumunun 150. yılıydı. Bu vesileyle Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda "Aydınlık Sabahın Sesi" başlığıyla düzenlenen konserde; Türkiye, ABD ve Ermenistan'dan konuk sanatçı ve topluluklar Gomidas'ın eserlerini seslendirdi.
Hollanda'nın Amsterdam kentinden bir Anadolu rock ve Türk Psychedelic Folk grubu olarak çıkan Altın Gün son yılların öne çıkan topluluklarından. Altın Gün ismi 'Gece' albümüyle 62. Grammy Ödülleri için yarışacak adaylar listesinde açıklandı.
Yılın sonlarına doğru İstanbullu müzikseverler için üzücü bir haber geldi Şişhane taraflarından. Satışı gerçekleşen Lale Plak'ın bugün son günü. 13 Mayıs 1954'te Hakan Atala'nın babası ve amcasının açtığı Lale Plak, yıllarca pek çok müzisyenin, müzikseverin, koleksiyoncunun müzik konuştuğu bir buluşma mekanıydı.
Tartışmalı Nobel
22. İstanbul Kitap Fuarının bu yılki ana teması , Kent Kültürü ve İstanbul'du. Bu yılın Onur Yazarı ise Adnan Özyalçıner, yaşamı, eserleri ve kendisinin de yazarı olduğu 1950 Kuşağı hakkında pek çok söyleşi ve etkinlik düzenlendi. Edebiyat dergilerinde Özyalçıner ile yapılmış pek çok söyleşi okuduk.
Elif Şafak'ın da aday gösterildiği prestijli edebiyat ödülü Booker bu yıl iki kadın yazara; Margaret Atwood ve Bernardine Evaristo'ya değer görüldü.
Nobel Ödülü yine tartışmalara sahne oldu. Srebrenitsa katliamını inkâr ettiği ve Sırp savaş suçlularını savunduğu iddia edilen yazar Peter Handke'ye 2019 Nobel Edebiyat Ödülü verilmesine yönelik tepkiler yükseldi. Başta Bosna olmak üzere Türkiye'den de edebiyat kurumları ve Türkiye'nin Stockholm Büyükelçisi ödülün geri alınması için açıklamalarda bulundu. (AÖ)
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı....
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. 2019-Haziran 2024 arasında bianet'te editör ve muhabirdi.
Sıklıkla olduğu gibi, kötü bir sabaha uyandık. Kapatılmanın en fena kısmı bu, sevdiklerinin hastalıklarında, dertlerinde yanlarında olamamak, dışarıdan gelecek bir cümle haberi, televizyondan gelecek bir “son dakika”yı beklemek. Umudunu korumak dışında yapacak hiçbir şey yok. Hoş, dışarıda da durum farklı değil tabii ama yan yana olmak bile iyileştirici ya, işte burada ondan mahrum insan.
Çarşamba öğlene doğru yazıyorum bunu, akşamdan beri aklım, kalbim Çağlayan’da, bu kez adliyede değil, hastanede. Biliyorum, Edirne’den Tekirdağ’a, Kandıra’dan Silivri’ye, Sincan’a, Diyarbakır’a, memleketin dört bir yanındaki hapishanelerde de durum farklı değil. İçeride ve dışarıda, onun deyimiyle “yüreğimiz elimizde geziyoruz” akşamdan beri.
Sabah haberlerinde bir sunucu, birkaç kere üst üste “bir Türk olarak” dedi, mealen “elini taşın altına koydu”. Haklıydı. Adıyamanlı bir Türkmen olarak Sırrı Süreyya Önder, hiç de üstüne vazife değilken “normalde”, evinde otursa, kitabına, filmine baksa, ömrünce yaptıklarıyla iç ferahlığıyla yaşayabilecekken, elini taşın altına koydu. 12 Eylül hapishanelerinde “memlekete borcunu ödemişti” aslında. “Şansına”, “tesadüfen” Türk bir aileye doğan, haliyle “Türklük Sözleşmesi” önüne sunulanlardan Sırrı Süreyya.
“Türklük Sözleşmesi”ni, Barış Ünlü’nün bence, liselerden itibaren zorunlu kitap olması gereken aynı isimli çalışmasından ödünç alıyorum. Ünlü Türkiye’de “Türklük” imtiyazıyla doğanları anlatıyor, bilmeme, duymama, görmeme, farkında olmama imtiyazı. O imtiyazı yüz yıldır tepe tepe kullanan bir koca halk. Komşusunun, yanı başındakinin derdini görmeyen, duymayan, bilmeyen, “zorunda olmayan” bir koca halk. Bir de o halkın içinden gelmesine rağmen, duyma, görme, bilme sorumluluğunu, riskini alanlar var, bunun için hayatını ortaya koyanlar. Hamaset yapmıyorum, mübalağa etmiyorum, kelimenin tam anlamıyla hayatını ortaya koyanlar.
Barış Ünlü, “Sözleşme”yi ilk reddedenlerden İsmail Beşikçi hocayı anlatıyor kitabında. Sarı Hoca yalnızdı ama ne güzel ki sonra yanına ardına dizilenler oldu, hala da oluyor.
Onlar, bence, “Türklük Sözleşmesi”ni ellerinin tersiyle itenler. İmtiyazı kullansalar, “Sözleşme”yi imzalasalar, kimse ağzına açıp bir şey söylemez, neden söylesin ki? Ama işte, ne güzel ki, “bazıları” öyle değil. Dünyanın ağızdan en kolay çıkan ama yerine getirmesi en zor kelimesi “barış” için, ayaklarını uzatıp, keyif süreceği, okuyacağı, yazacağı, filmler yapacağı yılları bir an bile düşünmeden sağlığı pahasına harcamayı, kalpten tercih etti Sırrı Süreyya. Hani hayat bir gün “memleket için ne yaptın?” sorusunu sorarsa, 12 Eylül’den doğru vereceği yanıt da hazırdı. “Borcunu” ödemişti ama “yetmez” dedi, devam etti, barış dedi. En kolay söylenip en zor yapılanı seçti, her türlü hakareti, küfrü, saldırıyı göze aldı, risk aldı. Barışı konuşmanın en zor olduğu topraklardan birinde “inadına barış” dedi.
Şimdi aklımız, fikrimiz onda, yüreğimiz elimizde, umutla iyi haber bekliyoruz. Barışı görmeden gitmesin, bu sefer olsun, bu sefer barış olsun, hakkıyla, keyfiyle yaşasın barışı.
Sırrı Süreyya Önder, aşılması en zor görünen engeli arkada bıraktı. Hekimlerinden yeniden hayata tırmanışını sürdürdüğünü işittikten sonra hep birlikte derin bir nefes alabiliriz. “Hayati tehlike sürüyor” ama hayat da sürüyor. Sırrı hep hayati tehlike altında yaşaya gelmiş olduğundan, bedeninin onu taşımaya devam edeceğine inanmamız yalnızca bir avuntudan ibaret sayılmamalı.
Onu tanıdığım kadarıyla -kendisinden başka hiç kimsenin bir çiçek dürbününden farksız bu ruhu tam manasıyla tanıyabileceğini sanmam- Sırrı’nın yalnızca kendisi için ve yalnızca kendi başına yapacağını hayal ettiği asıl şey, unutulmaz filmlerin yönetmeni olmaktı. Bunun önündeki tek ama, aşmasına imkân olmayan en büyük engel icrasına talip olduğu toplumsal misyondu: “Barış kuruculuğu!”
Bu, bütün çatışkıların arasına girmek, karşılıklı ateşlenen silahların önüne kendini koymak, savaşın bütün halleri ve araçlarının -şiddetin, hilenin, yalanın, iki yüzlülüğün, kan içiciliğin- da menzilinde olmak, ama bunu telef olmadan yapması için hepsiyle arasındaki mesafeyi koruyacağı yörüngelerde hareket etmek; bütün hasımlarla görüşebilir kalmak, görüşülebilirliği sürdürmek için hasımlarının kanını içmeye ahd etmiş olanların onun “öbür taraf”la ilişkilerine hep bir kuşku merceğinin arkasından baktıklarını bilmek ama bilmezden gelmek… ve daha pek çok şey demekti -hepsi zaman, emek, enerji, iç sızısı, kahır ve pek az neşe ve sevgi demek olan pek çok şey.
Sırrı’nın, bireysel “barış kurucu”nun yaşadığı hayatla, olmak istediği şey arasındaki engelin aşılmazlığını ne zaman idrak etmiş olabildiğini ya da bunu tam olarak hiç idrak etmiş olup olmadığını kendisine soracak zamanım olmadı ama, bir yer ve bir zaman gelip, yaşamdan türettiği kurmacaları filme çekeceği bir hayatı yaşayamayacaksa, yetenekleri, deneyimi, aklı ve sezgilerini yaşadığı hayatı, tek yönetmeninin kendisi olduğu bir başyapıta döndürmeye karar vermiş olduğunu düşüne geldim.
Onu kaybetme ihtimalinin belirdiği andan bugüne geçen üç güne baktığımda, Sırrı’nın elinin değdiği, sözünün ulaştığı, çatışırlarken aralarına girmiş olduğu herkesin başyapıtında kendilerine biçtiği rolü oynamak üzere kameraların önünden geçip gittiklerini görüp onun unutulmaz bir film yönetmeni sıfatını ilk kez gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. Sinema olarak sinema filmi çekebildiği hiçbir dönemde, pratikte bir başyapıt ortaya koymanın önündeki maddi ve manevi engelleri tam olarak aşma fırsatı bulamamıştı ama son on beş yılda kendi kendisini tayin ettiği “barış kuruculuk” pratiğini, sahnesi bütün ülke, oyuncuları devletin başındakilerden öksüz bir Kürt çocuğa kadar herkes olan bir panoramik başyapıta dönüştürdüğünü teslim etmemiz gerekir.
Bunun sırrı, Sırrı Süreyya Önder’in yaşam kamerasını koyduğu yerde, kamerasının herkesle herkesin arasında olmasında, kimsenin bu epik filmde kendisi için seçtiği role bir sınır getirmemesinde: “İçeride veya dışarıda son terörist de bertaraf edilene kadar” insan öldürme vaadini dilinden eksik etmeyen Cumhurbaşkanı’ndan, karıncayı inciteceğini bile düşünemeyeceğiniz şarkıcıya, on beş yılın on beşinde de Sırrı’nın inandığı, onun kimliğinin bileşeni olan her şeyi barış dahil karalamaktan ar etmemiş her çeşit medya sahiplerinden, Sırrı’nın sımsıkı tutunduğu barış hayali gerçekleştiğinde ulaşmak istedikleri tek kişisel hayalleri babalarının mezarından başka bir şey olmayan gözaltında kaybedilmiş devrimcilerin oğulları ve kızlarına; eşitlik ve adalet uğruna mücadele eden sendikacılardan, popülarite meraklısı lümpen sermayedarlara; tüm ömrünü komünizmi “her gördüğü yerde ezme”ye vermiş ve şimdi “beka” derdiyle Sırrı’nın ipine sarılmış kadim milliyetçilerden, ömrü komünizme giden yolun taşlarını döşemekle geçmiş ve geçecek enternasyonalist devrimcilere ve daha nicelerine, hiçbiri Sırrı’nın eserinin -yani yaşamı ve mücadelesinin- değerinden kuşku duymuyor ve hepsi rollerini gönenerek üstleniyor ve hakkını veriyorsa, tarihte eşi kaydedilmemiş bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuza ne şüphe.
Ama her şey karşılıklı, şimdi bir başyapıt meydana getirme işi Sırrı’nın hekimlerinde. Umuyoruz ki, onlar bu onarılması neredeyse imkânsızlaşmış kalbi oya gibi işleyerek kendi başyapıtlarını -biyolojik olarak yeniden inşa edilmiş Sırrı Süreyya Önder’i- sevdiklerine iade edecekler. Sonra sıra başyapıtın montajına gelecek…
*Bu yazı ilk olarak Ertuğrul Kürkçü'nün X hesabında yayımlanmıştır.