12 Eylül Askeri Darbesi: Dövüşerek kaybetmenin tarihi
Sözlü Tarihçi Eylem Delikanlı, “Adaletsizliklere, suçlara karşı sessiz kalmanın ne tür bir iştirak olduğunu kavrabilirsek belki o zaman yüzyıllık sessizliklerimizi de kırabiliriz” diyor ve ekliyor: “Darbe benliğimizi şekillendirmeye devam ediyor."
Sözlü Tarihçi Eylem Delikanlı’nın 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne dair çalışmaları, kendi yolculuğunda ilerlerken bulduğu “hakikatler” ışığını başkalarıyla da paylaşmasıyla da ilgili.
Kardeşi Özlem Delikanlı ile birlikte yazdıkları sözlü tarih çalışmalarından oluşan iki kitap: “Hiçbir Şey Aynı Olmayacak” ve “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”, 12 Eylül’ü anlamak dahası sonraki kuşaklara aktarabilmek adına en kıymetli başvuru kaynaklarından. İlk kitap 12 Eylül sürecini yaşamış ailelere odaklanırken, İkincisinde siyasi mülteciler ana odağınız haline dönüşüyor. İki araştırmacı sözlü tarih çalışmalarının üçüncüsünde ise Kürt halkının 12 Eylül'e dair bellek kaydını tutuyor.
"Neden sonuç" ilişkisi üzerinden bugünü 12 Eylül Askeri Darbesi'nde azade görmeyen Delikanlı, "Yargının siyasallaşmasının köklerini tarih boyunca gördüğümüz askeri mahmekelere, DGM'lere kadar götürebiliriz. Akademik özgürlüklerden bahsedemiyorsak 82 Anayasası'yla kurulan YÖK'e, akademik örgütlenmeye getirilen yasaklara bakarak anlamalıyız" diyor ve hatırlatıyor: "Devlet aynı hataları yapmıyor, özünde olanı devam ettiriyor..."
Öncelikle iki kitabınızla başlamak istiyorum. “Hiçbir Şey Aynı Olmayacak” ve “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”.. Her iki kitabı yazma fikri nasıl oluştu?
12 Eylül üzerine çalışma fikri yıllar sonra annemin de babam gibi bir hapishane döneminden geçtiğini 30 yıl sonra öğrenmemle başladı aslında. Babamın 12 Eylül süreciyle büyümemize rağmen anneminkine dair hiçbir şey duymamış olmamız beni şaşkına çevirmişti.
Bütün bu süreçleri de konuşan bir aileydik ama annemle ilgili bu durum bizden saklanmıştı. Babam 1985’in sonuna doğru çıktığında annemin TÖB-DER ile ilgili bir davası sonlanıyor ve hapis cezasına çarptırılıyor. Ankara’da öğretmen olarak çalışıyor bu esnada. Hakimle anlaşılıyor ve yalnızca haftasonları yatmak üzere Ulucanlar’a giriyor. Haftaiçi okulda öğretmenlik yapıyor, Cuma akşamı Ulucanlar’a giriyor ve Pazar çıkıyor. 6 ay boyunca devam ediyor bu.
Bu olduğunda ben 10 yaşlarındayım ama annemin evde olmadığını hatırlamıyorum hiçbir şekilde. Bunu duyduğumda önce derin bir üzüntü hissettim, bu üzüntü sırayla yerini kızgınlık ve öfkeye bıraktı.
Devlet zaten suç olmaması gereken edimleri cezalandırmış, babamızı ağır işkencelerden geçirmiş, aileyi parçalamış, geride kalanı sürmüş. Bununla da yetinmiyor, yıllar sonra dahi peşinden gitmeye devam ediyor, bir de bunu olabilecek en absürd şekillerde yapıyor.
"Ailelerle ilgili kapsamlı bir çalışma yoktu"
Bunu ve bu hikayenin ardındaki sessizlik olgusunu yazmak istedim. Kızkardesim Özlem Delikanlı da benzer bir çalışma yapmak istediğini söyleyince bizim gibi sayısız aile olduğunu düşünüp 12 Eylül Geride Kalanlar Sözlü Tarih Araştırması adı altında kolektif bir çalışma yapmaya karar verdik.
O zamana kadar genellikle 12 Eylül’ün hedefindeki devrimciler ağırlıklı olarak yazıp çizmişti, geride bıraktıkları aileler hakkında yapılmış kapsamlı bir çalışma yoktu.
Ailelerin, bir diğer deyişle çocukların, eşlerin, kardeşlerin ve anne babaların süreci nasıl yaşadığının kaydını tutan bir ilk çalışma oldu. İkinci araştırmamız ise siyasi mülteciler üzerine. Bunu da "Hiçbir Şey Aynı Olmayacak" ismiyle kitaplaştırdık. Üçüncü ayakta ise Kürtlerin 12 Eylül’e dair bellek kaydını yapacağız.
Özellikle 12 Eylül Askeri Darbe sonrasında mülteci olmak zorunda kalanlar nasıl zorluklar yaşadı?
Bunu özetlemek pek mümkün değil aslında zira her anlatıcının darbe öncesi yaşadıklarına, ülkeden çıkış yollarına, yolculuklarına ve vardıkları ülkedeki şartlara göre farklılaşan ve kendi içinde oldukça zorlu süreçler içeren tecrübeleri var. Kısaca diyebiliriz ki farklı değişkenlere göre şekil değiştirebilen bir yaşam tecrübesi ama fiziki zorlukların dışında ortak yaşanan bir ikiye bölünmüşlük hissinden bahsedebiliriz.
Ne evinde yaşayabiliyor ne gittiği ülkeyi tam anlamıyla evi olarak görebiliyor. Şöyle düşünelim, bir sabah kalkıyoruz ve yanımızda bir çanta ile daha önce hiç görmediğimiz, diline, kültürüne, toplumsal yapısına dair pek bir şey bilmediğimiz bir ülkeye doğru yola çıkıyoruz. Bunun düşüncesi bile ürkütücü iken kimileri bu yeni ülkelere yürüyerek, kimi bir botun üzerinde kimi de uzun tren yolculuklarıyla sınırları aşa aşa vardılar.
"Ülkeye geri dönememek travma"
Neden araştırmalarınızı yaparken sözlü tarin yöntemini tercih ettiniz?
Araştırmalarımızda sözlü tarihi metodoloji olarak seçmemizin en önemli nedenlerinden biri tüm bu hikayelere derinlikli bakabilme olanağı vermesi bize. Siyasi mülteciler ülkelerine yalnızca aileleriyle, sevdikleriyle veya coğrafyayla bağlı değillerdi. Kendilerini var eden mücadeleleriyle de bağlılardı aynı zamanda.
Bu mücadelenin dışında kalmış olmak, ülkeye geri dönememek, çok uzun yıllar ona yalnızca uzaktan bakmak her daim büyük bir travma siyasi mülteciler için.
Mesela bugün de yüzlerce akademisyen ülke dışına gitmek zorunda kaldı; bugünkü siyasi göçlerle 12 Eylül siyasi göçleri arasında ne gibi farklılıklar ve benzerlikler var?
Bu oldukça zor bir karşılaştırma. Ben kendi araştırmalarımıza bakarak şunları söyleyebilirim. 12 Eylül’ün mültecileri ağırlıklı olarak oldukça genç yaşlarında, devrimci siyasi mücadelenin tam göbeğinden koparak ülkeden çıkıyorlar.
Göreceli olarak hayatlarının daha başındalar, fazlaca bir iş tecrübeleri yok, kimi daha okulunu bile bitirmemiş, üstelik bir çoğu ağır işkencelerden geçmiş, ölümden dönmüş. Kimi ailesini de beraberinde götürüyor çünkü birlikte yaşama şansını yakalayabilecekleri tek durum bu.
Dolayısıyla vardıkları ülkede kendilerine sıfırdan bir yaşam kurmaya çalışıyorlar. İletişim imkanları bugünle karşılaştırıldığında çok sınırlı.
Düşünün, bazı anlatıcılarımız kent yaşamıyla ancak yurtdışında tanıştığını aktardı. Bugün yüzlerce akademisyen siyasi baskılar yüzünden mülteci oldu. Birçoğu akademik pozisyonlarını kaybettiler ve başka bir ülkede tutunmaya çalıştılar. Kariyerlerini değiştirip sıfırdan başlayanlar da var elbette ama gözlemlediğim kadarıyla yine kendi alanlarında akademik ya da yarı akademik kurumlarda yeni bir yaşam kurmaya çalışıyorlar.
Bunların hangisi daha çetrefilli, onu ancak tecrübe edenler söyleyebilir ama hayatın alt üst oluşu ve yeni başlangıçlar yapmak dün olduğu gibi bugün de zor herkes için ama herkes eşit bir yerden başlamıyor.
Bizler bunu bir de binlerce insanın savaşlar, sosyo-ekonomik ve politik koşullar sebebiyle mülteci olduğu bir dönem içerisinde konuşuyor, daha dün Yunanistan’da Midilli adası’ndaki mülteci kampında gerçekleşen yangın haberinin gölgesinde tartışıyoruz. Belki şöyle diyebiliriz; dünyada bu türden büyük bir krizin yaşanmadığı 1980’ler ve sonrasında mültecilere sağlanan standartları bugün mum ile arıyoruz.
“80 Darbesi yalnızca işkenceler tarihi değil”
12 Eylül’e bugünden bakan bir araştırmacı olarak siz o günleri nasıl tanımlarsınız?
70’lerde öğrenci hareketleriyle yükselen ve tüm ülkeye yayılan devrimci örgütlülüğün ülkenin kısa bir umut penceresi olduğunu düşünüyorum.
Burada yalnızca ideolojik olarak solun toplumda kendine kitlesel olarak karşılık bulmasından bahsetmiyorum, devrimci dayanışmanın da en güzel örneklerinin verildiği bir zaman dilimi olduğunu düşünüyorum.
Toplumun aşağıdan yukarı örgütlenmeyi tecrübe ettiği, kentinden köyüne kadar her yerde geleceğe dair bir tahayyülün peşinden gidenlerin el ele verdiği, direniş gösterdiği bir olağanüstü dönem.
Bunun yanında darbeyle kesilen yalnızca devrimci hareketlerin siyasi güçleri değil o zamana kadar yaratılan mücadele tarihinin de kuşaklar arası akışının kesilmesi olarak görüyorum. Bu nedenle 80 darbesine yalnızca işkenceler, hapishaneler ve topyekün insanlığa karşı işlenmiş suçlar açısından değil, direnişler, örgütlenmeler ve birçok yerde dövüşerek kaybetmenin tarihi olarak da bakmak gerekiyor.
“Devlet adalet duygusunu tesis edemedi, edemez”
Devlet, 12 Eylül’e ilişkin bir özeleştiri verdi mi sizce?
Devlet özeleştiri yerine özür diler, onarıcı adaleti hayata geçirir, geçmiş hatalarıyla yüzleşir, sorumlulardan hesap sorar, suçluları cezalandırır. Bunların hiçbiri bizim ülkemizde gerçekleşmedi. Gerçek anlamda resmi bir özür duymadık, geçmişle yüzleşme adına herhangi bir girişim olmadı.
Bunu sadece 12 Eylül Darbesi için değil Ermeni Soykırımı’ndan, 6-7 Eylül’e, Madımak’a kadar onlarca katliam, kırım, toplu şiddet olayları için de söylüyorum. Türkiye’de yüzleşme pratikleri adına yürütülen ne kadar çalışma, girişim varsa bunlar ya sivil toplum örgütleri tarafından ya da mağdurların oluşturdukları inisiyatifler tarafından binbir emek, özveri ve bedeller ödenerek inşa ediliyor.
Belki de en uzun edimli örneğini Cumartesi Anneleri veriyor. Dolayısıyla, hayır, devlet 12 Eylül Darbesi’nden hesap sormak adına anlamlı hiçbir mekanizma işletmedi.
2010 Referandumu ardından yürütülen 12 Eylül Mahkemeleri’nin ise bırakalım sorumlulardan hesap sormasını, bu süreci zorlayacak ve yaratacak kitleyi de bölerek daha da ötelenmesine sebep oldu.
Mahkemeler en nihayetinde öleyazan iki generalin göstermelik cezalar almasıyla son buldu. Her ikisi de devlet töreniyle gömüldüler. Devlet yaşadıkları işkencelerin hesabını sormak isteyen devrimcilerin, eşini, kardeşini, anne, babasını kaybedenlerin kırılan adalet duygusunu tesis edemedi, edemez de.
“Devlet aynı hataları yapmıyor, özünde olanı devam ettiriyor”
12 Eylül Askeri Darbesi’ni devlet yetkilileri de bir dönem “lanetledi” ancak yine benzer hatalar yapılıyor mu sizce?
Darbeler büyük kırılma anları elbette. Tarih olarak 12 Eylül 1980 bir günü temsil ediyor ama bunu bir süreç olarak değerlendirirsek hukuk devletinin lağvedildiği, yargının askeri mahkemeler yoluyla felce uğratıldığı ve insan hakları ihlallerinin binbir çeşidinin işlendiği bir “olağanüstü dönem” görüyoruz. Bunların hepsi güya ülkede güven ortamını tesis etmek ve ‘anarşi’ye son vermek için yapılıyordu.
Oysa bunu tesis eden cuntanın kendisi zaten hak ve özgürlüklerin olmadığı, insanlığa karşı işlenmiş suçların sorumlularını ceza almadığı, basının susturulduğu, akademinin, eğitimin özgürce inşa edilmesinin, örgütlenmenin önüne her türlü yasağın geldiği ve kurumların, sendikaların, birliklerin bir günden diğerine yasadışı ilan edildiği, toplumun bütün ilerici güçlerinin hedefe oturtulduğu bir yönetim.
Ülkede şu anda askeri bir rejim yok elbette ki ama bu saydıklarımız tanıdık geliyorsa rahatlıkla nasıl bir baskı rejiminde yaşadığımızı anlayabiliriz. Fakat bunlara benzer hatalar demek yerine zaten devletin kuruluş ilkelerindeki karakterinin inşasında geldiğimiz son aşama diyebiliriz.
70’lerin toplumsal hareketleri ve devrimci hedefleri başka bir dünya tahayyülüyle ivme kazanmıştı. Bu iddiasının kırılması ancak darbeyle mümkün oldu. Dolayısıyla darbenin sonrasında müesses nizama geri dönmüş bir ülkeye uyandık.
Bugünkü iktidarın bir dönem 12 Eylül darbesini lanetlemiş olması o günkü siyasi konjonktürün bir gereği olarak okunmalıdır. Hiçbir devlet veya otorite aşağıdan yukarı zorlama olmadan geçmişiyle yüzleşmeye gönüllü olmadı.
Hiçbir otoriteye de bunu gerçekleştireceğine dair bu türden iyi niyetler atfetmemek gerekir. Büyük bir rejim değişikliği yaşadık. Yaşadığımız bu sürecin dayanak noktalarını 12 Eylül’le yeniden tesis edilen kurucu ilkelerle derinden bağlarında görüyoruz.
Bugün yargının siyasallaşmasının köklerini tarih boyunca gördüğümüz askeri mahmekelere, DGM’lere kadar götürebiliriz. Akademik özgürlüklerden bahsedemiyorsak 82 Anayasasıyla kurulan YÖK’e, akademik örgütlenmeye getirilen yasaklara bakarak anlamalıyız. Devlet aynı hataları yapmıyor, özünde olanı devam ettiriyor.
“Darbe benliğimizi şekillendirmeye devam ediyor”
Peki sizce Darbe'den kadın ve çocuklar erkeklere oranla farklı mı etkilendi?
Kimin ne kadar etkilendiğine dair bir analiz başka bilim dallarının alanına giriyor. Ben araştırmacı olarak çalışmalarımızda travma ve post bellek kavramlarına ağırlık veriyorum.
Darbe döneminde büyümüş ve ailesi cuntanın hedefi olmuş çocuklarda travmanın bir kuşaktan diğerine seyrine bakmaya çalışıyorum denebilir.
Bu çocuklar içinden geçtikleri baskıcı dönemi anlayabilecek yaşta değiller ama o ortamda büyüyor ve şekilleniyorlar. Marianne Hirsch bunu 1,5 jenerasyon olarak tanımlıyor. Darbenin yarattığı travmaların kuşaklar aralılığını anlamak için önemli bir jenerasyon.
Bunun yanında sözlü tarih çalışmalarımızda önem verdiğimiz konulardan biri de farklı temsiliyetleri sağlayabilmek, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir anlatım bütünü sunmak. 70’lerin devrimci hareketleri daha çok erkeklerin baskın olduğu hareketler ama bu, tanıklıkların kaydını tutarken kadınların ve çocukların seslerini görünmez kılmak anlamına gelmiyor.
Kadınlar sadece devrimci hareketler içerisinde değil özellikle hapishane süreçlerini örgütleme ve oradan hak savunuculuğunun öncüleri olmaları konusunda da önemli bir yeri temsil ediyorlar.
Çocuklar ise bizim için çok özel. Babasının sesini hiç duymamış çocuklar bu kayıp geçmişlerini nasıl tanımlıyorlar, kayıp parçaları nasıl birleştiriyorlar? Ailesiyle yıllarca bir araya gelememiş veya tam kavuştum derken ebeveynini kaybetmiş, annesinin işkence hikayeleriyle büyümüş, işkencenin izlerine bizzat tanık olmuş çocuklar bu travmalarıyla nasıl yüzleşiyorlar, neresinden hayata tutunuyorlar? Kızgınlar mı?
İşte tam olarak bu soruların yanıtlarını aramaya çalışıyoruz ve gördüğümüz şu ki pek çoğumuz için darbe hatırladıklarımız kadar hatırlayamadıklarımızla da benliğimizi şekillendirmeye devam ediyor.
“12 Eylül’de neredeydik ne yapıyorduk?”
Siyasi ve ekonomik gelişmeler dışında 12 Eylül Askeri Darbesi'nin bugüne etkisi nedir sizce?
12 Eylül binlerce insanı hapishanelere sokmakla, onlara olmayacak işkenceler yapmakla, öldürmekle, aileleri perişan etmekle, ülkeyi neoliberal sisteme entegre etmekle kalmadı. Toplumu da derin bir sessizliğe mahkum bıraktı.
Darbe olduğunda ben küçük bir çocuktum ve sonraki yıllarda bunları tam olarak gözlemleyebilecek bir yaşta değildim ama biraz daha ileri bir yaşta olup toplumsal hayatın nasıl aktığını gözlemlemek isterdim.
Bu denklem içerisinde yalnızca failler ve mağdurlar yok. Bunlardan daha da kalabalık olarak sessizlikleriyle bu suçların üzerinin kapatılmasını ya da muğlaklaştırılmasını sağlayan sessiz çoğunluklar var.
Darbe kendi kahramanları dışında en çok sessizliği ve sessiz kalanları ödüllendirdi. Görmeyenler, duymayanlar ve konuşmayanların hayatları hiçbir kesintiye uğramadan devam etti.
Yerlerinden yurtlarından, sevdiklerinden olmadılar, terfi ettiler, emekli oldular, tıpkı darbenin askerleri, polisleri, savcıları, işkence raporu vermeyen doktorları gibi rahat bir yaşam sürdüler. Bugün herkes kendine bu soruyu sorabilir, biz 12 Eylül’de neredeydik ve ne yapıyorduk?
Buna verilecek samimi cevaplar belki bir tür değişimin fitilini ateşleyebilir. Haksızlıklara, adaletsizliklere, suçlara karşı sessiz kalmanın ne tür bir iştirak olduğunu kavrabilirsek belki o zaman yüzyıllık sessizliklerimizi de kırabiliriz.
"Sonsuz sessizliğe gömüldüler.."
Kolektif bellek açısından bakacak olursak 12 Eylül’e Türkiye tarihindeki önemini koruyor mu?
Bugün daha fazla sayıda insan 12 Eylül’ün kaydını tutmaya, darbenin vahşetini, toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştiğini anlatmaya çalışıyor.
Bunların hepsini kıymetli buluyorum ama bir yandan da geçmişin belleğinin inşasında hala kat etmemiz gereken yollar olduğunu düşünüyorum.
Öncelikle tanıklıkların da diğer her şeyde olduğu gibi aşağıdan yukarıya yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Sözlü tarih bu demokratik platformu sağladığı için oldukça önemli. Bir diğer deyişle muhatapların bu yaratım süreçlerinde aktif olarak yer aldıkları ve özgürce paylaşım yaptıkları bir platformu yaratmak gerekiyor.
Tanıklıkları tek tip bir ideoloji ve dolayısıyla anlatım kalıbına sokmaktan çok hakikate daha derinlikli bakabilmemizi sağlayacak farklı tecrübeleri ve temsiliyetleri bir araya getirmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde dönemin gerçekçi bir görüntüsüne ulaşabiliriz. Oysa bugün olan, siyasi grupların, ideolojik pozisyon alan kurumların veya vakıfların kendi siyasi çevreleri dışındakileri asla duymak istememesi, istememek bir yana seslerini kısmak istemesi. Buradan sağlıklı bir şey çıkması mümkün değil.
Bunun en yakın örneğini kitaplarımızı basan Ayrıntı Yayınevi ile yaşadık. Siyaseten beğenmediği fikirleri sansürlemeye çalışmak, beceremediği yerde izinsiz dipnot girmek gibi akla hayale gelmeyecek işlere girmeleri sebebiyle kitaplarımızı Yakın Tarih Serisi’nden çekmek zorunda kaldık. Bu türden çalışmaların alanın etik kuralları gözetilerek yapıldığı her yerde yer yerinden oynardı, malesef özür dilemek bir yana işte biraz önce bahsini ettiğimiz sonsuz sessizliğe gömüldüler.
Dolayısıyla bellek çalışmaları bu türden manipülasyonların ve müdahalelerin olmayacağı özgür platformlar gerektirir. Bu özgürlüğü yalnızca iktidar kontrol altında tutmaya çalışmıyor. Kendinde hegemonik olarak güç olduğunu düşünen birçok kişi yapıyor.
Bellek aktivizmi bunlardan azade eleştireldir ve güç dengelerini her daim gücü elinde tutmayanlardan yana değiştirmeye çalışır. 12 Eylül tanıklıkları söz konusu olduğunda bunun her şeyden daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Aksi takdirde 12 Eylül adı altında anlatılanlar belli grupların kendi siyasi görüş ve pozisyonlarına göre şekil verdikleri ve yalnız kendi içlerine konuştukları eril kahramanlıkları anlatmaktan öteye gidemez. Daha da önemlisi bize hakikatin kendisini veremez.
Eylem Delikanlı hakkında
Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklam bölümünden lisans, City University of New York'tan sosyoloji ve Columbia Üniversitesi'nden sözlü tarih alanlarında yüksek lisans dereceleri var.
Columbia Üniversitesi'nde Institute for the Study of Human Rights ve Robert Bosch Stiftung bünyelerindeki insan hakları programlarında araştırmacı olarak çalışmalarına devam etti.
Sözlü tarih çalışmalarda post bellek, kolektif bellek, toplu şiddet ve sessizlik üzerine yoğunlaşıyor.
New York merkezli Research Institute on Turkey'nin kurucu üyelerinden ve araştırmacılarından, Çocuklarız Bir Aradayız İnisiyatifi'nin kurucularından biri. 12 Eylül'ün geride kalan ailelerinin yaşam öyküleriyle incelendiği Keşke Bir Öpüp Koklasaydım adıyla yayımlanan sözlü tarih çalışmasının yazarlarından.
(EMK)
*Manşet görseli: Çağan Irmak'ın yönetmenliğindeki "Çemberimde Gül Oya" filminden, söyleşinin içindeki fotoğraflar ise sosyal medya arşivinden...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.