Doğu'da karlar altında ücra bir yer. Duş alma, yemek yeme ritüelleriyle, kafesin içinde kilitli televizyonuyla bir kışlayı andıran yatılı bir okul. Arkadaşı Memo'nun sağlığından endişe eden 11 yaşındaki Yusuf'un önüne çıkan engelleri, bürokrasiyi aşma çabası...
Yönetmen Ferit Karahan, senaryosunu Gülistan Acet ile birlikte kaleme aldığı filmi "Okul Tıraşı"nda kabaca böyle bir portre çiziyor izleyene.
Korku, gerilim ve polisiyenin harmanlandığı "Okul Tıraşı"nda yönetmen, Yatılı İlköğretim bölge Okulu'nda (YİBO) geçen öğretim hayatından kesitler sunsa da filmin kurmaca olduğunun altını çiziyor:
"Filmin tamamen kurmaca oluşu, aynı zamanda korkularımla yüzleşmemi sağladı ve benim için rehabilite edici bir yanı oldu" diyor.
Van Bahçesaray'da çekilen ve Berlin Film Festivali'nden Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIBRESCI) ödülüyle dönen filmi için Karahan, "Herkesin sırası geldiğinde polise dönüştüğü bir polisiye" yorumunu yapıyor.
"Birinin gelip 'koğuş boşalt' diyeceğini hissediyorum"
2009 yılından itibaren çok değişime uğramış senaryonuz. Bir noktada "Korkudan kaynaklı gelişen yalan" fikri yakalamış sizi sanırım. Bu aslında çocuklar dünyasında çok olan bir şey. Filmin ne kadarı senaristlerin yani siz ve Gülistan Acet'in çocukluk travmalarını irdeliyor?
Bizim bölgede, ekonomik durumu iyi olmayan aileler, çocuklarını yatılı okula göndermek zorunda kalıyorlar. Aileleri bu duruma iten sebeplerden biri de, yatılı okulda okuyan çocukların daha başaralı olduğu inancı. Benim ailemin de ekonomik durumu pek iyi sayılmazdı. Bu yüzden 93-2000 yılları arası, üniversiteye kadar yatılı okudum. Bazı karakterler ve durumlar, benim yatılı okulda yaşadıklarıma doğal olarak benziyor.
Gülistan'ın eşim olmasından kaynaklı sürekli ona hissettirdiğim travmalarımın katkısı büyük fakat biz her zaman bir fotoğrafla başlıyoruz senaryo yazmaya. Bu senaryoyu yazarken de banyo sahnesini net bir şekilde görüyorduk. Bende ciddi bir travmaydı. Hâlâ bile banyoda 10 dakikadan sonra duramıyorum ve çok hızlı yıkanıyorum. Birinin gelip "koğuş boşalt" diyeceğini, bu yüzden de sabunlu kalmamam gerektiğini hissediyorum. Buna benzer bir dizi karakter özelliklerimin kökü yatılı okuldadır. Fakat bütün bu anılar ve yaşanmışlıklar filme bir sahicilik duygusu getirse de, en nihayetinde bu film bir kurmaca. Bu yüzden filmin tamamen kurmaca oluşu, aynı zamanda korkularımla yüzleşmemi sağladı ve benim için rehabilite edici bir yanı oldu.
"Korkudan kaynaklı gelişen yalan aslında bir direniş"
Senaryoya çok uzun zaman çalıştık. Yıllarımızı aldı diyebilirim. Ben ve Gülistan, birlikte ve ayrı ayrı defalarca yeni versiyonlar yazdık. Fakat bir gün yemek yaparken, korkudan kaynaklı gelişen yalanın aslında bir direniş biçimi olduğunu fark ettik. İnsanın yaşamda kalma dürtüsü çok belirgin ve bunun kendine has bir onuru var. Direniş noktalarının her yerde ve dağınık oluşu, bu noktaları öngörülemez kıldığını düşünüyorduk. Henüz yemek başlamadan neredeyse bütün sahneler çıkmıştı. Oturup 7 günde senaryoyu bitirdik.
"Okullar kışlaya benziyordu"
Yatılı okul, YİBO fikri başından beri hep var mıydı? Filmde bunu çok iyi yapmışsınız ancak izlemeyenler için sormak isterim; 90'larda YİBO'larda okumuş biri olarak o atmosferi özetler misiniz?
Bilmeyenler için garip gelebilir ama o dönem okullar bir kışlaya benziyordu. Sabah 4:45 gibi uyanırdık. Sabah etütü, yemek, sıra, ders, tekrar yemek, sıra, ders, etüt... Çok yoğun bir eğitim düzeni vardı. Bildiğiniz askeri düzende eğitim görüyorduk. En ufak bir hatanın bile affedildiğine şahit olmadım. Tamamen "itaati" isteyen ve buna göre birey yetiştiren bir kurumdu.
Fakat şunu da belirtmemde yarar var. Ben, yatılı okul okuyabilen şanslı bir kesimin içindeyim. Üniversite sonuna kadar bütün yazlarım tarlada çalışarak geçtiği için, okul, benim için dinlenme yeri gibiydi. Çünkü yaşam, ailelerimizin yanında da o kadar da kolay değildi. Onların yanında kalmak, ekonomik zorluklar içinde çoban ya da çiftçi olmayı gerektiriyordu.
Bir tarafta baskıcı bir sistem, diğer tarafta da geleceğimizin belirsizliği arasında kalmıştık. Bu biraz da örümcek ağına takılmış sineğin durumuna benziyor. Sinek, çırpınırsa ve kanatlarını ağa bırakırsa eğer özgür olabilir, ama uçamaz. Çırpınmadığında ise örümceğe yem olacaktır.
En başında beri yatılı okulda geçen bir film fikri vardı fakat orada nasıl hikâye anlatacağımı bilmiyordum. Zaman içinde daha konsantre bir hikâye arayışı ve bakış, beni böyle bir hikâye anlatmaya itti. Okulun rutin işleyişi içine hikâyeyi gömmek, hem meseleyi hem de atmosferi sahici kılıyordu. Rutin işleyişin dışına çıkmak istemedik.
"Herkesin sırası geldiğinde polis olduğu bir polisiye"
Korkuya dair bir film olmanın yanı sıra gerilimi yüksek, karanlık bir film. Okul ise bir hapishane ya da askeriye gibi yansıyor izleyene. Çocuk ruhunun çöküntüye uğradığı/uğratıldığı bir ortam hissi... Filmin atmosferini yaratırken nelere dikkat ettiniz?
Daha çok herkesin sırası geldiğinde polise dönüştüğü bir polisiye gibi düşündüm filmi. Bu tür, muhtevadan da kaynaklı anlatıyı gerilimli ve karanlık bir yapıya büründürüyor haliyle. Fakat olaya dahil olanların bir kısmının çocuk oluşu ve ruhlarında oluşan korkuları hikayenin bütün çeperini oluşturuyor.
"Tüm planları karın yağmasına göre yaptık"
Bu filmde izleyiciyi ilk kareden itibaren o atmosferin içine çekmek, filmin sonuna kadar orada olmalarını sağlamak istedim. O yüzden masa başında, sete başlamadan önce hangi sahnede kaç plan ve nasıl çekeceğimi tasarlamıştım. Sete girildiğinde herkes bugün hangi planları çekeceğimi biliyordu. Bunun aksi de mümkün değildi zira bütün programı oyunculara ya da diğer durumlara göre değil, karın yağmasına göre yapmıştık. Kar çok kısa aralıklarla yağıyordu ve ben nasıl çekeceğimi ararken karın yağmasını yakalayamayabilirdim. Kar yağarken hazır olmam gerekiyordu çünkü aslında atmosfere katkısı çok büyüktü.
Bu süreç geçici
Başroldeki iki çocuk oyuncu Nurullah Alaca ve Samet Yıldız bundan sonra oyunculuk anlamında yollarına nasıl devam edecekler sizce? Özellikle Yusuf rolündeki Samet Yıldız çok dikkat çekiyor.
Bilemiyorum ama benim arzum öğrenim hayatlarına devam edebilmeleri. Daha önce de birkaç yerde de söyledim. Onlara bu sürecin geçici olduğunu ve bunun büyüsüne kapılmamaları gerektiğini defalarca anlattım. Samet oyuncu olmak istiyor. Bilinçli bir ailesi de var. Sık sık konuştuğumda filmlerin sadece film olduğunu, derslerinin daha önemli olduğunu anlatıyorum.
Film nerede, hangi şartlarda çekildi? Çocuk oyuncuları nasıl seçtiniz? Yemekhane, toplu duş, tören gibi kalabalık sahneler de var çocukların olduğu. Nasıl çalıştınız çocuklarla?
Filme mekân bakarken aynı zamanda oyuncu seçmeleri de yapıyorduk. 2-3 ayımı aldı sanırım. Sonrasında bir yerde mekân bakarken Samet ile yollarımız kesişti. Samet, zihnimdeki karaktere çok uyuyordu. Sonrasında mekânda çekim izni alamadık ve başka bir ilde çekim yapmamız gerekti; fakat ben Samet'i oynatmakta kararlıydım.
Yapımcım Kanat Doğramacı da çok beğenmişti. İki arkadaşımızı Yusuf'un ailesine gönderdik ve ikna etmeyi başardık. Aslında esas sorun bir veya iki çocuk yerine bazen sayıları 450-500'e varan çocuklarla çalışmak. Çok hareketliler ve onları kontrol altında tutmak çok zor. Filmde belki daha az görünüyor fakat bu hacim olarak az yer kapladıkları içindir. Hatta kalabalık bir sahnede diğer öğrenciler nerede, neden bu kadar az olduklarını sorduğumda, herkesin orada olduğunu söylediler. Fakat bütün çocuklara büyüklere davrandığım gibi ciddi ve mesafeli davranıyordum. Bu durum onların da işi ciddiye almalarına sebebiyet verdi sanırım. Çünkü çocuklar da karakter sahibiler ve fikirlerinin önemsendiğini, görünür olduklarını bildikleri vakit, söylenen her şeyi anlayıp sana fazlasıyla geri verebiliyorlar.
"Dizilerin etkisini kırmaya çalıştım"
Disiplini asla elden bırakmamaya, ipin ucunu kaçırmamaya dikkat ettim. Diziler ve kahramanlık filmlerinin sıradan insanların üstünde sandığımdan daha fazla etki bıraktığını fark ettiğim an, ilk haftamı bu anlayışı kırmaya çalışmakla geçirdim. Sahici karakterler yaratmak çok zor oldu bu filmde, çünkü aslında hepsi belli bir noktadan sonra birbirlerine benzeme tehlikesi taşıyordu.
O yüzden senaryoda önce herkes için karakter analizi yapmıştık. Bu bizim işimizi çok kolaylaştırdı. Örneğin banyo başkanının boynunda askeri bir künye var ve nasıl davranacağını aslında izleyici tahmin edebilir. O sette gelen bir fikirdi fakat kökü aslında karakter analizinde yatıyor.
"Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver"
Filmi izlerken, çocukların özellikle öğretmenlerle ilişkisi, yetişkinlerin çocuklara karşı tavrı izleyende empatiyi güçlendiriyor. Yatılı okul ortamının ilkokul çağındaki bir çocuk için acımasızlığını, bazı yerlerde akran zorbalığını izliyoruz. Kürt çocuklar özelinde de bir asimilasyon çabası da var. Hatta bütün o beceriksizlik ve ihmal dönüp dolaşıp yine zayıf olanı/çocuğu buluyor. Bu haliyle çocuk haklarını da merkeze alan bir film diyebilir miyiz Okul Tıraşı için?
Öğrenciler gibi öğretmenlerimiz de korkarlardı ve korkularını def etmenin yollarını ararlardı. Hiç unutmam, sınıfa yeni gelen kadın öğretmenimiz, savunmasız ve zayıf kişiliğini, içimizden seçtiği en masum çocuğu döverek örtmeye çalışıp, "Bakmayın narin göründüğüme. Yeri geldiğinde çok sert de olabilirim." demişti. Bunu yalın bir kötülük olsun diye yapmadığını şimdilerde anlıyorum. Onun korkusu, yabancı bir coğrafyada hem kadın olmaktan hem de yalnız olmaktan gelirdi. Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver. Onlar da bundan zevk alırlar. Aynı bizim gibi... İşte kadim gelenek!
"Baba olmak beni çok değiştirdi"
Bizler de sütten çıkmış ak kaşık değildik elbet. "Siz, öğretmenlerden daha kötüsünüz." lafı, çoğu öğrencinin diline pelesenk olmuştu. Henüz merhameti öğrenemeden acımasızlıkla yoğrulmuştuk. Bizim birbirimize uyguladığımız şiddetin tarifini yapmak zor. Bildiğimiz tek şey, önemli sayılmak istiyorsan gücünün yettiğine zülmetmen gerektiğiydi.
Baba olmak beni çok değiştirdi. Artık insanlara karşı o kadar agresif değilim ve anlamaya çalışıyorum. Film yaparken de bilinçli ya da bilinçsiz "gerçekler ve haklar" hakkında bir şeyler söylüyorsunuz. Ama ben kendimi bir hakkın savunucusu olarak görmüyorum çünkü bu çok büyük bir sorumluluk.
Ferit Karahan
Salgınla yitirilen bellek
Berlinale'deki röportajınızda koronavirüsle ilgili bir soruya "Salgın nedeniyle özellikle ihtiyarların hayatını kaybetmesi, belleğimizi yitiriyoruz hissi yaratıyor bende" demiştiniz. Bu düşünceyi biraz açmanızı istesem...
Bu covid sürecinde çokça karşılaştığımız bir şey. Arşivlerin bize aktaramadığı olgu, deneyimdir. Yaşlı insanların hayat deneyimi, kendini ve almasını bilen için gerçekten iyi bir pusuladır. Bizi bu çağa getiren onların her biri acıyla, metanetle yoğrulmuş yaşam deneyimleridir. Bunu çok önemsiyorum. Koronavirüsten kaynaklı birçok insanı kaybettik.
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı....
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. 2019-Haziran 2024 arasında bianet'te editör ve muhabirdi.
Akademisyen Özge Öner'e İsveç'ten 'İnsani Çiçeklenme Ödülü’
Ülkenin önde gelen düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü'nün verdiği ödüle, ‘insan refahını teşvik eden’ entelektüel çalışmaların sahipleri layık görülüyor.
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
Cambridge Üniversitesi Ekonomi Doçenti ve Oksijen yazarı Dr. Özge Öner, İsveç'in saygın düşünce kuruluşlarından Ratio Enstitüsü tarafından verilen "İnsani Çiçeklenme Ödülü"ne layık görüldü.
Ratio Enstitüsü’nün, insan refahını artırmaya yönelik entelektüel katkıları onurlandırmak amacıyla verdiği bu prestijli ödül, bu yıl Öner’e takdim edildi.Ödülü, 2022 yılında bu ödülü ilk kez alan kurumsal iktisat profesörü Niclas Berggren’in elinden alan Öner için Berggren şöyle dedi:
“Özge Öner, yüksek düzeydeki akademik çalışmalarını toplumsal katılımla birleştirme yeteneği, entelektüel birikimini samimi ve cömert bir biçimde kamusal alana taşımasıyla bu ödülü fazlasıyla hak ediyor.”
2008 yılında Marmara Üniversitesi’nden iktisat lisans diplomasıyla mezun olan Öner, yüksek lisans ve doktora eğitimini İsveç’teki Jönköping Uluslararası İşletme Okulu’nda tamamladı. 2014 yılında "Retail Location" başlıklı doktora tezini sundu. Mekânsal iktisat alanındaki bu çalışması, akademik kariyerinin temel taşlarından biri oldu.
Bu alanda Jönköping’de çeşitli akademik kurumlarda görev alan Öner, 2018 yılından bu yana Cambridge Üniversitesi’nde araştırmalarına devam ediyor. Uzun yıllar İsveç’in önde gelen gazetelerinden Svenska Dagbladet’te köşe yazarlığı yapan Öner, Mart 2024’ten bu yana Oksijen gazetesinde yazıyor.
Ne kahraman ne kurtarıcı: Bir hekim, bir aydın, bir hak savunucusu
Kitap; Selim Ölçer’in emeğini, mücadele tarzını, TTB’ye katkılarını gelecek kuşaklara, genç hekimlere ve topluma aktarması bakımından, ayrıca TTB’nin yakın tarih hafızası açısından önemli bir kaynak.
Özen B. Demir ve Onur Erden’in “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım” söyleşisi, Dr. Selim Ölçer’in mütevazı, renkli, samimi, içten ve sahici kişiliğiyle bizi tanıştırıyor. Biyografi kitabı, akıcı ve sohbet havasında, nehir söyleşisi tarzında hazırlanmış; sürükleyici ve bir çırpıda okunacak bir kitap.
Kitapta ayrıca Şükrü Hatun ve Selçuk Mızraklı’nın sunuş yazıları ile Vecdi Erbay’ın İMC TV’de Diyarbakır Söyleşileri kapsamında 2013 yılında yaptığı söyleşi de yer alıyor.
Aile geçmişi ve politik bilincin oluşumu
Selim Ölçer, varlıklı bir aileden gelir. Annesinin ailesi bir tarafı toprak ağası, diğer tarafı şıh kökenlidir. Babası Adalet Partisi taraftarı; eve giren tek gazete Tercüman. Dindar bir ailede büyüyen Ölçer, ilkokul ve ortaokul yıllarında sağlam bir dini eğitim alır; Kur’an ve hadis okur, Ayet-el Kürsi’yi ezbere okuduğunu dile getirir.
Mehmet Ali Aybar Aybar’lı tarihi Türkiye İşçi Partisi (TİP), Mehdi Zana, Tarık Ziya Ekinci sayesinde Diyarbakır’da örgütlüdür. Selim Ölçer’in politik bilinci de TİP sayesinde şekillenir. İlk Doğu mitingi Silvan’da yapılır. Mehmet Ali Aybar’ın “Siz Kürt’sünüz, onun için eziliyorsunuz” sözü, Kürt kimliğinin oluşmasında etkili olur.
Anadili kişinin onurudur. “Kürtçe bilim dili değildir” savlarına karşın, anadilini tanıma, anadilde sağlık hizmeti sunma gibi gerekçelerle Mezopotamya Vakfı’nın kurulmasında ve Mezopotamya Tıp Kongresi’nin düzenlenmesinde aktif yer alır. Kürtlerin, “Başın sıkışırsa sırtını ya sağlam bir arkadaşa ver ya da dağlara,” deyişine uygun bir yaşam sürer. Gerek hekimlik pratiğinde, gerek insan hakları mücadelesinde…
Selim Ölçer’in akrabası olan Yusuf Azizoğlu (1917-1970) Silvan Belediye Başkanlığı, milletvekili, Sağlık Bakanlığı yapmıştır. Silvan’ın yetiştirdiği ilk hekimdir. Sonrasında Selim Ölçer gelir. Pek bilinmez ama sosyalizasyonun uygulayıcılarındandır. Onun Sağlık Bakanlığı (1962-1963) döneminde uygulanmıştır. Azizoğlu’nun müsteşarı olarak çalışan Nusret Hoca (Fişek), anılarında onu dürüst bir devlet adamı olarak anlatır.
Silvan, Ermeni yoğunluğunun olduğu bir ilçe. Bölgede birçok Ermeni köyü vardır. Orada bir şekilde kalmayı başaran, koruma altına alınanlar, yıllarca kimliklerini gizlerler. Nüfus cüzdanlarından İslam yazar. Silvan’da uzun yıllar kent sineması olarak kullanılan yapı, Ermeni cemaatine ait bir kilisedir. 1988 yılında camiye dönüştürülmüş. Bölgede birçok zanaat (dokumacılık, şalcılık), ticaret ve bağcılıkla uğraşırlar. Selim Ölçer’in annesinden dinlediği anekdot, 1915 olaylarını tüm çıplaklığıyla göstermesi açısından önemlidir: “1915’de Ali amcan Muş bölgesinde askerlik yaptı. Oradaki Ermeni köylerini yakarken, ertesi gün askerliği bitiyor. Son akşam gelmiş artık. Saat beşte askerlik bitecek. Son köyü yakarken orada bir kız çocuğuna rastlıyor, bir kız çocuğuna. Komutanına gidip diyor ki, ‘Benim kızım yok, izin verirsen ben bunu öldürmeyeyim, alıp götüreyim kendimle.’ Kimseye anlatmamak kaydıyla onaylıyor komutan…”
Özen B. Demir ve Onur Erden, Dr. Selim Ölçer: “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025, 272 sayfa.
Eğitim ve meslek yolculuğu
Selim Ölçer henüz 14 yaşında (1962) ayrılır Silvan’dan. Lise, tıbbiye ve uzmanlık eğitimi Ankara’da. Diyarbakırlı olduğu kadar Ankaralı. Dostluğa, barışa, demokrasiye inanan bir Kürt aydınıdır. Siyasi, mesleki mücadelesi Ankara’da. 68 kuşağından. Tıbbiye’de 1970’lerde Fikir Kulübü Başkanlığı yapar. Faşistlerin, dönemin Ülkü Ocakları Başkanı ve Osman Durmuş’un (1999-2002 Sağlık Bakanı) içinde olduğu bir grubun, Ankara Tıp Fakültesi Morfoloji binasına basarak Selim Ölçer’i bir kamyonete bindirip kaçırma hikâyesi var. 60’lardan 2000’lere kadar Ankara. 2000 sonrası tekrar Diyarbakır.
“Sempatizanlık ve aidiyet” olarak kendisini 68 kuşağı içinde 68’in devrimcisi olarak tanımlar. “Öyle yüksek teorik donanımı olan, militanlık yapan bir sosyalist olmadım,” diyerek de ilave eder. Kendisini sosyalizme hayranlık duyan, yönelimi olan, sol değerlere bağlı birisi olarak ifade eder. 68 kuşağı içinde yer almıştır ama 12 Eylül öncesi 78’in militan, örgütlü mücadelesi içinde yer almamıştır. 1977-80 KBB ihtisas dönemi, 1980-84 aynı klinikte şef muavini olduğu, mesleki konularda yetkinleşmeye yoğunlaştığı dönemdir.
Mesleğinde başarılı bir hekimdir. Açık rinoplasti denilen ameliyatı ilk kez kendisinin getirdiğini söyler. 1987 yılında Yugoslavya Zagreb’de bu ameliyatı öğrendiğini, sonra Türkiye’ye getirdiğini ifade eder. Meslek yaşamında hekim olarak yoksulun yanında yer almıştır. 2000’li yıllardan sonra döndüğü Diyarbakır’da açlık sınırında yaşayan yoksul insanlara yardım için kurulan Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği kurucuları arasında yer alır. Dernek 2016 yılında kapatılır. “Terör örgütüne yardım ve yataklık” suçlaması ile yargılandığı dava şu an Yargıtay’dadır.
Genellemelerden kaçınmak gerektiğini bilerek yazıyorum. Doğu toplumlarında duygusallığın öne çıktığını, peşinden sürüklendikleri “kahramanları, liderleri, önderleri” olduğunu söylesek çok da hatalı yargıda bulunmuş olmayız. Bu anlamda Batı toplumları daha rasyoneldir. Bir Kürt aydını olarak Selim Ölçer de, “Ben ne kahramanlara ne de kahramanlığa inanırım kardeşim. İnanmam. Bizler belki toplumun şöyle veya böyle önderleri olabiliriz, ufak tefek liderleri olabiliriz. Ama toplumun kahramanı, kurtarıcısı, bilmem nesi değiliz,” derken Batılı bir zihin dünyasını görüyoruz. Her ne kadar kendisi abiliği kabul etmese de, o Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarihinde saygın bir yeri olan abilerimizdendir.
Öbür yandan memleketi olan, çok kültürlü, çok kimlikli kadim şehir Diyarbekir’ın kültürel kodlarında da abilik vardır. Şair-yazar Veysel Öngören (1931-98), eski Diyarbakır Belediye Başkanı Mehdi Zana (1940-…), yazar, siyasetçi, hekim Tarık Ziya Ekinci (1934-2024) hekim Mahmut Ortakaya (1938-…), gazeteci, şair Ahmet Arif (1923-91) bunlardan sadece birkaçıdır. O, klasik sol jargondaki şeflik, abilik kültürüne uzaktır. Başkanlık kültürüne, kurtarıcılık anlayışına yatkın değildir. Bu nedenle ne kahramanlara ne de kahramanlığa inanır. Ama şurası bir gerçektir ki hekim hareketinde; 1986-90 Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı, 1990-95 TTB-MK Başkanı olarak yönetsel sorumluluklar üstlenmiş, TTB tarihinde bir döneme (1980-2000) damgasını vurmuştur. Övgüye ihtiyacı olmasa da, isminin anılması yakın tarih açısından önemlidir. Bu anlamda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun son dönem genel kurul konuşmalarıyla ilgili bir anekdotu kendisinden dinleyelim: “Her kongrede kalkar, Nusret Hoca’yı (Fişek) över, ‘Erdal Atabek şöyle yaptı’ der. Ata Soyer’leri zikreder… Bir tek defa bile ağzına almaz ismimi… Bu niye zor mesele?”
TTB ve ATO’da iz bırakan dönem
Ortak aklı öne çıkartan, katılımcılığı önemseyen, ortak üretme kültürüne yatkın birisi olarak, bir başkandan çok orkestra şefi gibi ATO’da ve TTB’de yönetsel görevler üstlenmiştir. Dostluğu, yoldaşlığı, birlikte bir şeyleri kurtarmayı önemser. Muhabbet adamıdır. Döneminde hekim mücadelesinde büyük işler başarılmıştır. Ama o, mütevazılığı elden bırakmaz.
80 sonrası ilk memur eylemi, 12 Eylül darbesine karşı ilk çıkış, hekimlerde ilk uyanış, ilk hekim hareketi, beyaz eylemler; onun ATO Başkanlığı döneminde hekimlerin oda çevresinde örgütlenmesiyle olmuştur. Muayene hekimleri bile bu eylemlere katılmıştır. Bakanlık önünde beyaz önlük atmalar, hastanelerde toplu nöbetler, sessiz yürüyüşler (1988)… 90 yıllarda eylem otobüsü ile Numune Hastanesi’nin önüne girmeleri, o dönemi yaşayanlar için hâlâ hafızalardadır. Dinamik, etiğe, sendikalaşmaya, demokrasiye ve insan haklarına sıcak bakan bir TTB’yi güçlü bir ekip olarak birlikte yaratmışlardır.
İskender Sayek’in katkılarıyla ilk kredilendirme kurulu kurulmuştur. Toplum ve Hekim daha canlı hale getirilmiş, Tıp Dünyası yayına başlamış, STED (Sürekli Tıp Eğitim Dergisi) çıkarılmıştır. UDEK (Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu) kurulmuştur. Katılımcılık ve kitleselleşme adına GYK, kol ve komisyonların kurulması, var olan komisyonların aktifleştirilmesi bu dönemdedir. Hekim mücadelesini insan hakları mücadelesinden ayrı düşünmemiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) kuruluş süreçlerinde yer almıştır.
*Dr. Selim Ölçer (Fotoğraf: TTB/X)
O, meslek odası çalışmalarında dinamik siyaset ile meslek aktivizmini dengelemiştir. Politik ama politize olmayan bir TTB’nin yaratılmasında katkıları büyüktür. Her olayda “hekimler bu işe ne der?” sorusunu aklından çıkarmamıştır. Nusret Hoca’ya olan saygısını, sevgisini her daim ifade eder. Selim Abi ve o döneme damgasını vuran herkesin söylediği “Nusret Hoca TTB’nin çok önünde bir insan” olmasıdır. Bir generalin oğludur ama gerek 12 Mart’ta gerek 12 Eylül’de darbecilere karşı durmuştur. Sosyalizasyonun mimarı, duayen bir hekim olarak idam cezasına ve işkenceye karşı tutumundan dolayı yargılanmıştır (1985).
Selim Ölçer; mecburi hizmet, uzmanlık ve meslek yaşamında onun öğretileriyle hekimlik yaptığını söyleyerek ona olan saygısında kusur etmez. 1986-90 yıllarında ATO çevresinde “çağdaş hekimler” olarak örgütlenen, daha mücadeleci, dinamik bir ekip ED-TTB’nin (Etkin Demokratik TTB / 1990) nüvesini oluştururlar. Ata Soyer’in mizahi anlatımıyla ekip; 68’den arta kalan, 78’den ucuz yırtan, 80 sonrası mezun olup hekimlik yapmak isteyenlerdir. “Nasıl bir TTB tartışmasına giriş” başlığı altında bir metinle ilkelerini, çizgilerini, yaklaşımlarını ortaya koyarlar. Nusret Hoca başkanlığındaki mevcut yönetim “Gerçekler bilinmeden hayal bile kurulamaz” adlı bir metinle tartışmaya katılır. Daha genç ve dinamik olan Selim Ölçer ekibi bir heyet oluşturarak (Selim Ölçer, Şükrü Hatun, Okan Akhan, Füsun Sayek, Eriş Bilaloğlu, Recep Akdur) “Sensiz bir şey yapmak istemiyoruz, lütfen beraber girelim listeye” diyerek hocanın evine kadar gidip ikna etmek için çaba gösterirler. Nusret Hoca “Ben sizinle ortak programa girmem, ben sokak politikacılarıyla çalışmam” diyerek ayrı listeyle seçime girer. Sonuçta 7 kişilik TTB-MK’ye; Nusret Hoca’nın listesinden kendisi ve oğlu Gürhan Fişek, diğer listeden Selim Ölçer, Recep Akdur, Füsun Sayek, Eriş Bilaloğlu, Ata Soyer girer.
Kitap; Selim Ölçer’in emeğini, mücadele tarzını, TTB’ye katkılarını gelecek kuşaklara, genç hekimlere ve topluma aktarması bakımından, ayrıca TTB’nin yakın tarih hafızası açısından önemli bir kaynak. Yakın tarihi yazmak, bir noktada yakın gelecekle konuşmaktır. Bu hafızayı ortaya çıkardıkları ve akıcı bir nehir söyleşisi gerçekleştirdikleri için Özen Demir ve Onur Erden’e teşekkürler. Kaleminize sağlık.
Hekim ve hukukçu. 1991 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017 yılı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2004 yılı Türkiye Orta-Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Kamu Yönetimi Yüksek...
Hekim ve hukukçu. 1991 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2017 yılı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2004 yılı Türkiye Orta-Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Kamu Yönetimi Yüksek Lisansı, 2018 yılı Okan Üniversitesi Sağlık Yönetimi Yüksek Lisansı mezunu. 2020 yılında Mersin Barosundan avukatlık ruhsatı aldı. Aktif avukatlık yapmadı. 1998-2008 yılları arasında Mersin Tabip Odasında 4 dönem yönetim kurullarında yönetsel sorumluluklar aldı. 2020-24 TTB-Yüksek Onur Kurulu üyesidir. “TTB’ye Adanmış Bir Ömür: Dr Mahmut Ortakaya” kitabının yazarı.