Paramaz'ın Edirnekapı'daki mezarı yol altında kaldı
Son birkaç yılda Van Tuşba'da Ermeni mezarlarına, Hatay emek mahallesinde Musevi mezarlarına, Adıyaman'da Mara mahallesinde Süryani mezarlıklarına ve Ankara Sincan'da Ermeni mezarlığına saldırdılar.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan 2021'de başlayan panellerin sekizincisi “Tecrübeler ve Tanıklıklar: Ölülere Yönelik Şiddeti Aileler Anlatıyor” idi.
“Tecrübeler ve Tanıklıklar: Ölülere Yönelik Şiddeti Aileler Anlatıyor” paneli 25 Nisan 2022'de gerçekleşti. Burcu Çelik moderatörlüğündeki programda Alaattin Tuğluk, Nedime Erdoğan, Ersin Umut Güler, Halise Aksoy, Sıdıka Sevilgen, Tülay Savaş, İhsan Seviktek, Sayat Tekir, Lezgin Bingöl, Hizni Doğan konuştular. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" ve "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" , "Yas, Hafıza ve Politika" , “Ölü Bedenlere Yönelik Şiddetin Toplumsal Cinsiyetini Konuşmak" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Hepinizin, hepimizin bilmesini isterim ki bu mücadele hepimizin mücadelesi ve hiçbiriniz yalnız değilsiniz. Bir Ermeni kardeşiniz olarak bunu size özellikle söylemek istiyorum. Ben konuşmama aslında biraz daha geriden başlayacağım. Bir yüz yıl öncesinden başlayacağım.
Ama öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ermeni cemaati denildi belki ufak bir düzeltme yapmak iyi olur. Nasıl ki Türkiye'de Türk cemaati ya da Kürt cemaati tanımlamasını kullanmıyorsak Ermeniler için de cemaat yerine halk demek daha uygun.
Biz 1909, 1884, 1986 katliamları, 1915 Ermeni soykırımı gibi tarihleri biliyoruz. Coğrafyamızdaki gayrimüslim ihalklara yönelik bir diğer katliamları şüphesiz biliyoruz. Pontus halkını yönelik katliamları ve bu katliamlar sonrasında işte kafatası kulelerinin oluşturulması, organların, cesetlerin ve cenazelerin sergilenmesi gibi uygulamalar da var.
Aslında bu cenazelerin çok önemli olmadığı bir döneme, bırakın cenazeleri canlı insanların da, canların da çok önemli olmadığı, devlet nezdinde önemli olmadığı bir döneme tekabül ediyor bu dönem. Fakat bugün 100 yıl sonra gelip baktığımızda aslında hiçbir şeyin Türkiye'de değişmediğini, hala ölülerin ve cenazelerin bir kutsiyetinin olmadığı, özellikle ölenlerin, öldürülenlerin, Hristiyan ya da Musevi oldukların da çok önemli olmadığını ne yazık ki görüyoruz.
Cenazelere ne oldu?
Aslında geçmişten günümüze baktığımızda özellikle 1915’te birçok coğrafyada yaşanan katliamlarda birçok anlatı vardır. Uçurumlardan atıldılar bu insanlar, işte boğazları kesilerek bir kaya arkasında öldürüldüler veyahut işte nehirler, günlerce kan şeklinde aktif diye anlatıları duyarız, görüntüleri de vardır. Ve yazılı kaynaklarda da bunları bulabiliriz.
Fakat bu cenazeler ne oldu? Bunları bulmak zor, çok az. Birçoğu hayvanlar tarafından parçalandı ve aslında reva görülen şey de buydu yüz yıl önce ama ve sonrasında da baktığımız zaman yine Cumhuriyet döneminde şüphesiz her on yılda bir Türkiye'de Süryanilere, Ermenilere, Musevilere, Rumlara ya da Ortodokslara birçok acı şey yaşatıldı.
Birçok pogrom, birçok ayrımcı yasa gerçekleştirildi ama en çok hatırladığımız, bizim de ailelerimizde hala yaşayanların hatırladığı şey 6-7 Eylül 1955 olmuştu. İki ay önce, epey bir gündemdi bu. Netflix'le yayınlanan bir dizi üzerinden Türkiye’de gündem oldu.
6-7 Eylül 1955'te şüphesiz ki insanlar öldürüldü, tecavüze uğradı, dayak yediler, ev ve iş yerlerine saldırılar oldu, kiliseleri, sinagogları ve manastırları yakıldı. Bu gibi şeyler olurken şüphesiz mezarlıklar da es geçilmedi. Mezarlıklarda, ne yazık ki, mezar taşları kırıldı ve yıkılmaya çalışıldı.
Mezarlıklara saldırılar
Ama özellikle mezarlıklara yönelik bu saldırılar ilk de değildi son da olmadı. Son yedi yıla baktığımızda, 2015’ten itibaren, özellikle Haziran seçimlerinden sonra gerçekleşen, hani Türkiye'deki daha artık nasıl diyeyim?
Faşist biz düzene dönmesiyle Türkiye'nin birçok halkına karşı ciddi insanlık suçu işlendi. Baktığımızda, bu son yedi yılda, ne yazık ki, birden fazla kez olmak üzere, mezarlıklara, azınlıkların mezarlıklarına saldırılar gerçekleşti.
Van Tuşba'da Ermeni mezarlarına, Hatay emek mahallesinde Musevi mezarlarına, Adıyaman'da Mara mahallesinde Süryani mezarlıklarına ve Ankara Sincan'da Ermeni mezarlığına saldırdılar. Hemen aklımıza gelen birkaç yılda olanlar bunlar.
Bunlara kilise saldırılarını da, ya da farklı kolektif, kültür mekânlarının saldırılarını da eklediğimizde, bu sene, ne yazık ki, saldırılar senede üçlere, dörtlere çıkıyor.
Ciddi bir şekilde bir karşıtlık durumu söz konusu. Şüphesiz ki burada "affedersiniz Ermeniler" ya da farklı farklı ırkçı, ayrımcı, nefret söylemi barındıran söylemlerde, siyasilerin de özellikle Erdoğan'ın dilinden düşmedi.
Sadece devlet değil
Ve bunlar dilinden düşmezken kendisini dinleyen insanlar da, ne yazık ki, bu saldırıları gerçekleştirdi. Burada işin en acı tarafı, sadece devletin desteğiyle ya da devletin organizasyonu ile bu saldırılar gerçekleşmedi. 1915 de keza öyleydi.
Ne yazık ki kardeş halklardan da insanlar gönüllü şekilde bu saldırılara katıldılar. En son hatırladığımız Kuzguncuk Kilisesi'nin hacını sökülmesi olayı vardı. Mazlum Serin bu haçı sökmüştü görüntüler eşliğinde. Bir yıl dört ay ceza verilmişti. Sonra bu ceza, iptal edildi çünkü kişinin akli dengesi yerinde değilmiş.
Olabilir, yani kişinin akli dengesi yerinde olmayabilir ve yahut da Türkiye'deki mahkemelerinin akli dengeleri yerinde olmayabilir. Çünkü, ne yazık ki, yaşadığımız ülke artık mahkeme salonlarının tiyatro salonlarına döndüğü bir ülke ve bu böyle olduğu için de yapanın yanına kar kaldı. Biraz önce, birçok dostumuzun bahsettiği olaylar karşısında hiçbir yargılamanın yapılmadığı bir düzendeyiz.
Paramaz'ın mezarı
Günümüzde azınlık mezarlıklarının bazılarının yol ve yapılaşma nedeniyle kaldırıldığından da bahsetmek lazım. Hatta, ünlü, önemli Ermeni Devrimci Madteos Sarkisyan Paramaz adıyla bilinir. Bu kendisiyle ilgili bir sürü kitap yayınlandı. Özellikle günümüzde Edirnekapı Mezarlığı’ndaki mezarı, şu anda, ne yazık ki, yolun altındadır.
Yol geçtiği için mezarlığın bir kısmını kaldırmışlardı. Veyahut, Gezi Parkı eski Sur Agop Ermeni mezarlığıdır. Buradaki taşlar, Gezi Parkı’nın, bildiğiniz üzere, merdivenlerinde kullanılmıştır. Bu anlamda aslında nereyi kazsak Türkiye’de, Anadolu’da ya da İstanbul'da Ermenilere dair mezarlıklar ya da toplu mezarlara ulaşabiliyoruz ve ne yazık ki, bu barbarlık devam ediyor.
Özellikle bugün artık saldırılar define avcılığı adı altında yapılmaktadır. Artan bir şekilde, birçok Ermeni Mezarlığı şu anda define avcılarının hedefinde. İnsanların cesetleri, belki altın kaplama dişleri için bile yerlerinden çıkarılıyor, taşlar kırılıyor. Bunlara ne yazık ki çok fazla rastlıyoruz.
Maritsa Küçük
İki tekil vakadan daha bahsedeyim ve konuşmama son vereyim. 2012 yılında İstanbul'un Samatya mahallesinde, arka arkaya, bir dizi saldırı gerçekleşti. Ermeni yaşlı kadınlara yönelik. Bir kadın kaçırılmaya çalışıldı. Bir kadın sokak ortasında saldırıya uğradı ve gözünü kaybetti. Bir kadın da öldürüldü.
Maritsa Küçük de ne yazık ki evinde öldürüldü. Bu davada, oğlu Masis Küçük annesinin göğsüne haç çizildiğini söyledi. Bunun öldürüldükten önce mi sonra mı yapıldığını bilmiyoruz çünkü polis bu konuyu örtbas etti ve hiçbir fotoğraf göstermedi.
Oğlu böyle bir şey olduğunu söylerken polis böyle bir şey olmadığını söyleyip fotoğrafları da göstermediği gibi bir an önce davayı medyaya kapadı.
Sonrasında da hepiniz takip etmişsinizdir. Başka bir Ermeni bulundu mahallede. Uyuşturucu bağımlısı bir Ermeni bulundu ve bu dava da böyle kapatıldı. Yani Ermeni, Ermeni'yi öldürmüş şeklinde kapatıldı. Ama, muhtemelen öldürüldükten sonra, göğsüne bıçakla çizilen haç konusu kapatıldı ve gitti. Bugün, o yüz yıllık şeyin devam ettiğinin de bir kanıtı.
Diril çifti
Süryani Diril çiftinden bahsetmek gerekiyor. Şimuni Diril ve Hürmüz Dirille ilgili. Biliyorsunuz kaçırıldılar iki sene önce ve hala Hürmüz Diril’e ulaşılamıyor. Şimuni Diril kaçırıldıktan yetmiş gün sonra bulundu. Köylerinin yakınındaki bir nehrin kenarında bulundu. Şimuni Diril’in kızı annelerinin bedeninin bütünlüğünün olmadığını söyledi. Yani, bu uzuvlarının ayrıldığı anlamına geliyor. İşkence edildiğini söyledi.
Şimuni Diril altmış beş yaşında bir insandı. Yani genç, yaşlı fark etmeksizin, ne yazık ki, Türkiye’deki bu ırkçı, faşist düzen Ermeni, Süryani, Yahudi, Kürt, Alevi dinlemeden hareket ediyor. Hepimizi bir şekilde yok etmeye çalışıyor. Bu anlamda, sanırım, yapmamız gereken bugünkü gibi birliktelikler kurmak ve birlikte mücadele sergilemek.
Bu anlamda, bugün burada olduğum için ne yazık ki çok üzgünüm bir taraftan buradaki insanların hikayelerinden dolayı. Bir taraftan da mutluyum ki yalnız değiliz hiçbirimiz. Bu baskıcı düzeni hep birlikte değiştireceğimizi düşünüyorum. Çok teşekkür ediyorum. (ST/Lİ(APK/KU)
* 25 Nisan 2022'deki webinar olarak gerçekleşen “Tecrübeler ve Tanıklıklar: Ölülere Yönelik Şiddeti Aileler Anlatıyor” paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: oluyesaygiveadalet@gmail.com
Sosyolog.
1984 İstanbul doğumlu.
Esayan Ermeni Lisesi, Anadolu Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitim gördü.. Çeşitli medya kurumlarından genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, muhabirlik ve...
Sosyolog.
1984 İstanbul doğumlu.
Esayan Ermeni Lisesi, Anadolu Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitim gördü.. Çeşitli medya kurumlarından genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, muhabirlik ve editörlük yaptı. Sivil toplum kurumlarında ayrımcılık karşıtı projelerde çalıştı. Nor Zartonk, Nor Radyo ve Ermeni Kültürü ve Dayanışma Derneği’nin kurucularındandır.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.