Cannes film festivalinin ACID bölümünde yer alan Cassandro the Exotico! erkeklere atfedilen bazı özelliklerin ne kadar yanıltıcı ve epeyce eksik olabildiğini önyargılı toplumun yüzüne bir kez daha çarpıyor.
Kas gücünün, kaba kuvvetin, çevikliğin, cesaretin ve “erkeklere has” daha birçok niteliğin birleştiği bir alanda eşcinsel bir erkeğin başarılı olması şaşırtıcı mı?
Yoksa yüzü maskeli, iri yarı, maço tavırlı erkeklerin hâkimiyetindeki bir alanda payetli kostümlerle ringe çıkan, yüzünden makyajı, uzunca saçından boyayı ve mizampliyi eksik etmeyen bir güreşçinin varlığı güreş camiasının imajına halel getirir mi?
Meksika'da Lucha Libre adını almış olan, serbest güreşin şova dönük versiyonunda efemine tavırlı erkekler uzun yıllardan beri kabul görmüştü, fakat kadınımsı güreşçilerin fonksiyonu “palyaçoluktan” öteye gitmiyordu. Meydan okumaya, kıran kırana mücadeleye, “erkek erkeğe boğuşmaya”, şiddete ve kavgaya, ezici zafer ve yenilgiye susamış seyircinin tam anlamıyla tatmin olabilmesi gerekiyordu; kendiyle bağdaştırmaktan özenle kaçındığı, aşağılamaya alıştığı "ibne" klişesiyle alay edip gülerek deşarj olması, evine kurtlarını dökmüş muzaffer bir savaşçı gibi dönüşünün parçasıydı.
Cassandro'ya uzun yıllar boyunca şans tanınmadı, kapılar yüzüne kapandı. Dayak yedi, aşağılandı, dışlandı, ama sebat etti ve 1992 yılında kendi kilosunda dünya şampiyonu olunca bir tabuyu da yıkmış oldu. Hem kendi, hem de "karı kılıklı", "yumuşak", "kırık" gibi söylemlerle başkalaştırmak istenenlerin tümü için onur ve şeref sahibi oldu.
Muhafazakarların kesinlikle kendinden saymadığı, genelde toplumun kenarında yaşamayı seçmiş, nevi şahsına münhasır, eksantrik ve egzotik karakterlere ilgi duyan Fransalı Marie Losier bu sefer kamerasını 27 sene boyunca ringlerden inmeyen Meksikalı Cassandro'ya çevirmiş.
2018 Cannes film festivalinde, geniş çaplı dağıtım şansı pek bulunmayan eserlerin seçkisi ACID'de yer almış Cassandro the Exotico! gezegenimizin Türkiye ile benzerliği inkâr edilemeyecek diyarlarından Meksika'ya ayna tutuyor.
Geleneksel belgesel sinema dilini, karakterinin hayallerini, duygusal dünyasını yansıtmaya yönelik her zamanki kendine has numaralarla harmanlayan Losier bize Cassandro'yu kesinlikle sevdiriyor.
Rol modeli Lady Di
Kendisine Meksika'nın Liberace'si dedirtecek kadar, frapan olduğu ölçüde tapon giyiniyor Cassandro; ringe çıkarken giydiği uzun mu uzun, cafcaflı veyahut bembeyaz ama mutlaka payetli pelerinler de cabası. Emin adımlarla seyircilerin arasından hızla ilerleyip bedenini konuşturacağı platformun kıyısına gururla varıyor; detaylarıyla tasarlanmış koreografiye uygun olarak kendini ringe gayet çevik hareketlerle atarken, tutturduğu ritmle senkronizasyonu hiç bozmadan bir eliyle uzun "kuyruğu"nu da idare etmeyi biliyor.
Cassandro'nun kendine rol modeli olarak Lady Diana'yı seçtiğini de öğreniyoruz albenili belgeselde; prensesini saygıyla yâd ediyor.
Yaşadıklarının onu alkole, uyuşturucu ve uyarıcılara sürüklediğini samimiyetle itiraf etmekten asla imtina etmiyor teşhirci Cassandro. Ne de olsa kameraların üzerine çevrilmesine alışık, teşhircilikte pek sınırları olmayan bir sahne canavarıyla daha karşı karşıyayız.
Psikolojik destek almış olduğunu, 10 sene boyunca terapiye devam ettiğini de anlatıyor, Meksika'da tanındığı ismiyle Cassandro El Exotico. Hatırladığı kadarıyla, altı veya yedi yaşlarında tacize uğradığı da su yüzüne çıkmış gerçeklerden. Tabii zorlu hayatının tortuları bununla kalmıyor. Kesiklerin, yaraların, kırıkların izlerini cömertçe paylaşıyor, üst dişlerinin takma olduğunu, çenesinin iki kere yerinden çıktığını, sekiz kere beyin sarsıntısı geçirdiğini, dört ağır cerrahi müdahaleye maruz kaldığını da belirtiyor. İlerleyen yaşında sancılarının arttığını, mazisinden dolayı ağır ağrı kesicileri pek kullanamadığını da öğreniyoruz. Fakat birkaç depresif anı dışında genelde neşeli ve kıpır kıpır; hayata sarılıyor ve pozitif enerjisini heyecanla ortalığa saçıyor.
Zaten esas amaç kendisini kendinden korumak!
Baba meselesi
Erkek eşcinselliğinin olmazsa olmazlarından baba sorunu da karşımıza çıkıyor filmde. Çocukluğunda babasını daha çok evin tedarikçisi görevini dirayetle sürdürürken hatırladığını, şefkat gösterme ihtimalinin hiç olmadığını ifade ediyor. Aslında tamamıyla oğlunu inkâra dayalı bir tavır sergilediğini ve bunun Cassandro'nun epey ağırına gittiğini de öğreniyoruz. Neyse ki artık araları gayet iyi, babası Cassandro'ya yakınlık gösteriyor, yardımcı oluyor. Bunda dünya çapında kariyer sahibi olmuş oğlunun başarısının veya parasal desteğinin payı yok mudur acaba?
Cassandro'yu arada sırada dua ederken, kilisede mum yakarken veya güreşmeye başlamadan hemen önce istavrozunu çıkarırken de yakalıyoruz. Meksika'nın yerel inanışlarına uygun geleneksel kostümler kuşanarak tütsü yaktığına, hatta toplu ayinlere katkıda bulunduğuna da şahit oluyoruz. Bize yansıtmayı tercih ettiği imajına uygun olarak, ki belgeselin genel havasına yakışan da bu, Cassandro artık bir kurban değil; tam tersine, ne yaparsa yapsın muzaffer olmayı kendine şiar edinmiş güçlü bir "başbelası" o. Lucha Libre'nin egzotik medarı iftiharı, vücudunun yaşlandığını kabul ediyor ve rezil rüsva olmadan emekliye ayrılmaya karar veriyor: "Artık ringlerde yalnız benim gibiler değil, kadınlar ve cüceler de saygıyla alkışlanıyor, ben görevimi yerine getirdim!"
Bir sirk kadar eğlenceli
Daha önce Meksika'nın popüler güreşi Lucha Libre'ye ilgi göstermiş olan yönetmen Marie Losier'nin estetik Fransız dokunuşu filmin başında Ennio Morricone'nin erotik Metti Una Sera In Cena'sıyla hissediliyor. Filmin karakterine ve yerinde duramayan tabiatına iyice ısındığımız daha agresif anlarda tempoyu yine gayet yakından tanıdığı Alan Vega'dan Jukebox Baby ile artırıyor.
Oysa Cassandro, filmin birkaç sekansında tanık olduğumuz gibi, daha çok damardan bazı Latin şarkılarını beğenip sesini pek parlak bulmasa da onlara eşlik etmeyi seviyor. Kahramanımızı filmin son karelerinde izlerken Orquesta Típica Victor'un 1926'dan seslenen tangosu La Payanca ise bir çocuk gibi haşarı Cassandro'nun neşeli olduğu oranda hüzünlü, dışa dönük olduğu kadar acılarını bastıran, kendini sevdiği gibi mazoşizmden beslenen, dramatik ve teatral doğasından ipuçları veriyor. Film bizi bir sirkteymişçesine eğlendirip motive ediyor, fakat yönetmenin kahramanına saygıda kusur ettiğine dair kuşku asla uyandırmıyor.
Losier'nin 16 mm'lik film kullanması bir yana, güreş anlarının veya seyircinin dehşete kapılmasına sebep olan bazı akrobatik hareketlerin saniyede 18 kareyle yansıtılması seyirliğin arkaik büyüsünü güçlendiriyor.
Kendi ülkesinden ABD'ye, İngiltere'den Japonya'ya uzanan geniş spektrumlu kariyerinde, tecrübesinin tavan yapmasıyla gençlere eğitim vermesine de tanık oluyoruz 40'lı yaşlarındaki Cassandro'nun. Hız alıp ringden fırlayarak seyircilerin üzerine atlama hareketini öğrenirken seyrettiğimiz birçok toy güreşçinin sakar atlayışlarının peş peşe montajlanarak sunulması klişe olsa da filme kesinlikle yakışıp ivme kazandırmış.
Cassandro'nun memleketinde “kendisi gibilere” münasip görülen egzotik yakıştırması Losier'nin filminin bütününü de layıkıyla betimliyor. O gücünü, ender olarak kısalttığı medarıiftiharı saçlarından alıyor, diğerleri gibi maskeden değil. Gizemli luchador'ların erkeksi olanları, tılsımın bozulacağını düşündüklerinden mi ne, maskelerini asla çıkarmama hususunda büyük hassasiyet gösterip yüzlerini özenle gizliyorlar; belki de bu, hayranlarının kendilerine duyduğu alakaya ekstradan cinsel bir motif kazandırıyordur…
Ya biz, maskemizi çıkarmaya hazır mıyız?
Cinsellikte akışkanlık
Cinsellik hususunda çok daha girift dinamiklerin yaşandığı The Ballad of Genesis and Lady Jaye belgeselini de bu vesileyle anmakta fayda var. Yönetmeni Marie Losier'nin geniş çapta tanınmasına büyük katkıda bulunmuş, dünyadaki birçok saygın festivalde yer alıp IndieLisboa, Cinéma du Réel ve Berlinale'de ödüllendirilmiş 2011 yapımı film aurasını koruyor.
Belgeselin esas kahramanı Neil Andrew Megson, veya sanat adıyla Genesis P-Orridge, Paula Brooking'le evliliğinden iki kız evladı olmuş, ayrıksı kişiliği ve performanslarıyla sahnelerde dehşet estirmiş bir çılgın. Yer aldığı COUM Transmissions, Throbbing Gristle ve Psychic TV gruplarıyla punk öncesi ve sonrası arasında köprü vazifesi görmüş. Endüstriyel müziğin atalarından sayıldığı gibi rock ve elektronik müziğin de ufuklarını genişletmiş devrimci bir şahsiyet. 2016'da vefat eden Tony Conrad'la kemanlarını karşılıklı konuşturmaları evlere şenlik!
Fakat filmde daha çok dikkat çeken kendi bedenine biyolojik olarak uyguladığı değişimler. Cinsiyetinin yeniden belirlenmesi yönünde muhtelif tıbbi müdahaleler sürerken, Lady Jaye olarak tanınan Jacqueline Breyer'e aşık olmuş ve akabinde iki eksantrik karakter birbirlerine benzemek üzere estetik ameliyatlar silsilesine girişmişlerdi. Bu projeye iki kimlikten ayrılmaz bir üçüncü kimlik yaratmak anlamında 15 sene sürecek evliliklerinden yola çıkarak Pandrojin adını takan Genesis ne yazık ki sanatsal işbirliği içinde de olduğu Lady Jaye'i kaybetmiş.
Bu film de yönetmen Losier'nin kahramanlarının dünyasına asgari rahatsızlık vererek adeta sızdığı dinamikten besleniyor; Losier teşhircilikten asla gocunmayanların özel hayatlarının ayrıntılarını tutucu seyirciyi şoke edecek biçimde ortalığa saçıyor.
Trans öldürmenin dokunulmazlıkla savuşturulduğu diyarlardan
ABD askerlerinin sözde muhafazakar tutumu yüzünden kendileriyle cinsel münasebete soyunan seks işçilerinin trans kimliğini saklaması Filipinler'de bilindik bir dinamik. Bir zamanlar ABD'nin sömürgesi olan ada memleketinin kazandığı bağımsızlığın da sözde kaldığı iddia ediliyor. Ne de olsa bölgedeki varlığını inatla sürdürmek üzere Amerika Birleşik Devletleri ordusunun Filipinler'deki askeri üsleri halen faal ve oralarda görev alanların suç işledikleri zaman herhangi bir mahkemeye çıkarılmadan apar topar memleketlerine kaçırıldığı daha önce görülmüş; zaten kanunen ABD ordusu mensuplarının cezalarını en kötü ihtimalle ABD hapishanelerinde çekmesi öngörülüyor.
Jennifer Laude cinayetine eğilen 2018 ABD yapımı Call Her Ganda adlı belgeseli PJ Raval yönetmiş; 93 dakikalık film Tribeca Film Festivalinde dünya prömiyerini yaptıktan sonra Los Angeles ve Toronto'da ödüllendirilmiş.
Hunharca öldürülmüş olsa da Laude'un cinsel kimliğini saklamış olması ABD'deki gericileri coşturmuş: "Vatan için böyle cinayetlere can kurban!", "Evlatlarımızı aldatanlar ölmeyi hak ediyor!" gibilerinden söylemler sosyal medyada ırkçılık, ayrımcılık ve nefreti alevlendirmiş, kötülük bir kez daha prim yapmış.
Filipinlilere yönelik bir suçun daha cezasız kalmaması için yürütülen başarılı LGBTİ kampanyası ve uzun hukuki süreç sonucunda 19 yaşındaki ABD askeri Joseph Scott Pemberton Filipin mahkemesinde suçlu bulunmuş. Fakat ABD güvenlik kuvvetleri ve yetkililerinin dava kararı açıklandığı anda müdahale edip Pemberton'ı üslerine götürmeleri Filipinler'in bağımsız devlet konumunu tekrar sorgulanır hale getirmiş.
Popülist söylemlerle o arada başa gelen RodrigoDuterte'nin, ülkede bu sebeplerden dolayı tavan yapmış ABD düşmanlığını seçimlerinde sömürdüğü biliniyor. Fakat Duterte'nin sonradan da ABD'ye meydan okuması, bağırıp çağırması, yaygaracı lider furyasına bir yenisini eklerken Pemberton'ın hâlâ ABD üssünde tutulması bize yansıtılmak istenen imajın tam tersinin geçerli olduğunu hissettiriyor.
Call Her Ganda belgeseli her ne kadar meseleyi sadece kurbanın yakınları ve savunucularının bakış açısından, daha çok duygusal bir gazetecilik diliyle yansıtsa da trans kimliklerin geleneksel olarak kabul gördüğü Filipinler'e dikkatimizi çekmek için birebir. Ne de olsa mazide örnekleri bolca görülmüş ve sözde olma ihtimali gayet yüksek bir "Uyuşturucuya Karşı Savaş"ın hukuksuzca sayısız kurban vermeye devam ettiği diyarda otoriter Duterte gibilerin, trans bireylere ayıracak pek vakti olmaz gibi görünüyor, umarım yanılıyorumdur! (MT/AS)
Margosyan 2 Nisan 2022'de aramızdan ayrıldı. Ben imza günlerimdeki partnerimi kaybettim. Samimi olarak diyeyim benim için fuarlardaki imzalar buruk geçiyor. Ama şunu tekrar vurgulayayım ömrüm var oldukça onun en azından yılda bir kez şehrinde anılmasına vesile olacağım…
Mıgırdiç Margosyan henüz 15 yaşında ve Diyarbakır’da ortaokul öğrencisi olduğu 1953 yılında, Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki diğer Ermeni çocuklarla birlikte bir Ermeni papaz tarafından anadilini öğrensin diye İstanbul’a götürülür.
Annesi ve babası ‘sen de git oğlum’ diyor. Kendi anadilini öğrenmek ve Ermenice eğitim görmek için İstanbul’a gidiyor. 15 yaşında bir çocuk olarak gidiyor aslında Diyarbakır ile olan bağı fiili olarak kopuyor, sadece yaz tatillerinde gelip gidiyor. 1960’lı yıllardan sonra ise, 90’lı yılların ortalarına kadar neredeyse hiç gelmiyor şehre.
Fakat 1988 yılında önce Ermenice sonra da Bebekusun Kitapları'nda yayımlanan ‘Gavur Mahallesi’ kitabı ile öyle bir edebiyat yaratıyor ki, sanki hiç Diyarbakır’dan ayrılmamış gibi…
Sadece Diyarbakır’daki Ermeni toplumunun hikâyelerini değil. Şehrin diğer sakinleri olan Kürtler ve diğer tebaa ile olan bağı 15 yaşındaki bir çocuğun hafızasına nakşolunan metinler üzerinden adeta yeniden yaşayarak yazıyor.
Bu, aslında bir anlamıyla tıkanan adeta kesintiye uğrayan Ermeni taşra edebiyatının İstanbul’daki Amira Ermenileri’ne ‘biz de varız, yok olmadık’ demenin hikâyesi gibi vukubuluyor. Mıgırdiç Margosyan’ı işte asıl bu pencereden okumak gerek…
Gavur Mahallesi kitabı 1980’li yılların sonunda ilk çıktığında Diyarbakır’da okuyan ilk kişilerden biri olduğumu söyleyebilirim. Üstatla tanıştığımda bunu kendisine de söylemiştim. Zaten o yılların suriçindeki Karınca Kitabevi'ne iki adet gelmişti ve ilkini ben almıştım, diğerini de önererek bir arkadaşın almasını sağlamıştım.
Onunla kurduğum dostluğun ölünceye kadar hiç kesilmediğini ifade edebilirim.
Her şeyden evvel çok duygusal bir insan olduğunu vurgulamalıyım. Margosyan’ın, Diyarbakır ile olan bağını eşi ve çocuklarının bana anlattığına göre; dünyanın herhangi bir yerinden bir davet geldiğinde ‘hele dur bir takvime, ajandama falan bakayım’ dermiş. Ama Diyarbakır dendiğinde ‘aha beni memleketimden çağırıyorlar, mutlaka gitmeliyim’ diyerek, bütün diğer işlerini bir kenara bırakıp Diyarbakır’ın davetine icabet ederdi.
Bunu zaten biz hep yaşadık, tanık da olduk bu şehirde. Geldiğinde, burada kendisi oluyordu Mıgırdiç Margosyan. Bu çok önemli bir şeydi, ana rahmine dönüş gibi düşünmeli bunu.
Hem zaten bu şehir sadece Kürtlerin şehri değil ki! Şimdi biz Kürtler olarak ‘Amed bizimdir’ diyoruz ama aslında bu şehir Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Êzidîlerin, Arapların, Yahudilerin, Rumların, Türkmen Alevilerin, yani bu şehir, burada yaşamış bütün toplumlarındır. Biz, şimdi muktedir bir kültür olarak Kürt kimliği üzerinden bir okuma yapıyoruz ama Mıgırdiç Margosyan Ermeni kültürünün de burada var olduğunun ispat-ı vücuduydu adeta yazdıkları ve söyledikleriyle…
Margosyan’ın vefatıyla bu toprakların çok şeyi kaybettiğinin altını özellikle çizmeliyim. Mıgırdiç Margosyan bir kimlik ve simgesel kişilikti.
Diyarbakır Kitap Fuarı’na her geldiğinde en fazla kuyruğu, O’nun yer aldığı Aras Yayınevi standının önünde görürdünüz. Bir de İsmail Beşikçi‘nin imza standı önünde insanlar kuyruğa girerlerdi. Fakat Mıgırdiç Margosyan hep bir numaraydı. Çünkü o, bu kentteki kimliğini gizlemek zorunda kalmış şahsiyetlerin bir nevi kimlik ifşası, kimlik varoluşu gibiydi adeta. İmza günlerine gelenlerin arasında kitabını imzalatırken biraz da kısık sesle “Hocam benim de ninem Ermeni” diyenleri çok duydum.
Margosyan 2 Nisan 2022'de aramızdan ayrıldı. Ruhu şad û handan olsun. Ben imza günlerimdeki partnerimi kaybettim. Samimi olarak diyeyim benim için fuarlardaki imzalar buruk geçiyor. Ama şunu tekrar vurgulayayım ömrüm var oldukça onun en azından yılda bir kez şehrinde anılmasına vesile olacağım…
Yaşadığı zamanlarda onun için yazıp kitabıma da koyduğum bu şiiri, 2 Nisan'da da onun için düzenlediğimiz anmada okudum. Bir kez daha özlemle...
her gidiş yitiştir*
“vakitlerden bir vakit, gitmiştiniz bu diyardan, mahzun”
gittin
şimdi dönmek telaşındasın
velâkin her gidiş
dönüşün hüznüne gebe
bir şarkı vardı anımsarsın hani
Diyarbekir şad kar derdi ya!
Diyarbekir’i sorarsan şad akmıyor artık
senin bildiğin şehir şadumandı
şarkının sözlerindeki nağmelerde kaldı
Hançepek demiştin ya boşuna arama
gavuru gitmiş mahallesi kalmış (mı)
Marangoz Xaço vardı bir zamanlar
sen iyi bilirdin
hah tamam işte aynen o
şimdilerde yok
oysa ne de güzel ipek böcekçiliği yapardı
Suriçi’ndeki evinin avlusunda
mor menevşe mooor diye bağıranların gölgelerinde soluklandıkları
hercai menekşelerin sırdaşı dutlara da kıydılar usta
kozalar örülmeyen bu şehirde
böcek de kalmadı ipek de
kına yaksınlar münasip yerlerine
Balıkçılarbaşı’ndaki Daşçılar Kahvesi’nin yerinde yeller es(m)iyor
ne taş kaldı bu şehrin teşkalesinde
ne de taşı nakış gibi işleyen Ermeni,
Süryani ustalar
‘eskiler alıram’ nidalı ünlemelerinin
ses verdiği
Daracık küçelerin sakinleri Moşeler gidince
İğneli beşik muhabbeti de bitti
karışacak Moşê de kalmadı bu şehirde
sürdüler telkâri ustası kadim kardeş Süryanileri
sonra da “mehlemız doli Süryani” dediler
yalan…
külliyen yalan usta
mahlemizde yok Süryani
Süryanisiz anadan üryan bu memleket şimdilerde…
gidenlerin ardından
“iyi ki gittiler” diyenler
timsah gözyaşı döküyor bugün
haberin var mı?
sen yine de bil öyle gel usta
giderken melül mahzun bıraktıkların
dönüşünde yok artık bilesin
sana kalan bir tutam hüzün bolca gözyaşı
bir de giderken ardında bıraktıklarını bulamamaktır.
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Öyle bir aile tasavvur edin ki, çocukların anne olarak tanıdığı şahıs yavaş yavaş erkekleşip baba rolüne soyunurken, anne konumundaki kişi bir zamanlar erkek cinsiyetine sahip olup gittikçe dişiliğe doğru evrilsin!
New York’un Queens ilçesi Sunnyside semtinde ikamet etmekte olan Jo ve Allie’nin alevli aşkı My Sunnyside adlı belgeselde teferruatlı şekilde incelemeye alınıyor. Yönetmenliğini MatyldaKawka’nın üstlendiği 2025 Polonya, Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı 92 dakikalık film dünya prömiyerini 27. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinde gerçekleştirdi.
Tüm yeryüzünde salgın haline gelmiş olan partner bulma uygulaması sayesinde tanıştıktan iki sene sonra evlenmeye karar veren kahramanlarımız aynı zamanda doğumdaki cinsiyetlerinden memnun olmadıkları için değişim sürecine de aksi yönlerde devam ediyorlar. Liberal zihniyetlere sahip olmalarına rağmen muhafazakârların tercihi olan geleneksel bir düğünle aile formatına girmeyi tercih etmeleri de enteresan.
Jo’nun önceki evliliğinden olan çocukları yeni anneleri Allie’yle gayet iyi anlaşıyor, mesut aile yapısı gün geçtikçe sağlamlaşıyor. Filmde yalnız trans insanlara yönelik önyargılar ve onların yaşadığı zorluklar irdelenmiyor, kadın veya erkek olarak yaşanan dinamiklerin arasındaki farklılıklar da gözümüze sokuluyor.
Neyse ki muhtelif yaşlardaki sağduyulu çocukları durumu olduğu gibi kabul ediyor ve belirli klişeler içine sıkışmış olsa da çağdaş aile modeline rahatlıkla uyum sağlıyorlar.
Filmin iki ana karakteri bilhassa müşkül anlarda birbirine derinden destek oluyor, aşkları günbegün büyüyor, aile bağları aidiyet duygularını pekiştirirken parlak bir istikbale doğru güvenle yol alıyorlar.
Cinsiyeti klişelere hapsetmek zorunda mısınız?
Ya cinsel organınız ebeveyninizi dehşete düşüren büyük bir klitorisi ve aynı zamanda ufak bir penisi andırdığı için, anne ve babanız sizi küçücükken doktora götürüp cinsiyetinizi belirleme hakkını kendilerinde görürse?
Hele bunun ahlâki tasasına düşmeden ameliyatı hoyratça gerçekleştiren doktorun zihniyetine ne demeli?
Louisiana eyaletinin başkenti Baton Rouge’da 1976 yılında doğmuş olan Kristi’nin (Jim Ambrose) ibretlik hikâyesi The secret of me adlı belgeselde mucibince masaya yatırılıyor. Yönetmen hanesinde Grace Hughes-Hallet’ın adını gördüğümüz 2025 Birleşik Krallık yapımı 97 dakikalık belgesel de Selanik’te seyirciye ulaşanlardandı. Dünya prömiyerini SXSW’da yaptıktan sonra CPH DOX ve Annapolis Film Festivalinde de gösterilmiş olan film kahramanının anlatım gücüyle de seyirciyi tesir altında bırakan ciddi bir seyirliğe dönüşüyor.
Çocukluğundan beri kendini “kız” çocuğu gibi hissetmemesine rağmen o kimliğe hapsedilen Jim’in gençliğinden itibaren giriştiği mücadeleye teferruatıyla şahit oluyoruz. Belgeselin sonlarına doğru ameliyatı gerçekleştiren doktorun kamera karşısındaki mahcubiyeti yüreğimize su serpse de asıl sorumlunun gezegen çapında model oluşturmuş John Hopkins Hastanesinde görevli doktor John Money olduğunu öğreniyoruz. Beceriksizce gerçekleştirilmiş bir sünnetin mağduru olan oğlan çocuğu DavidReimer’in erkeklik organının alınması ve kız çocuğu olarak yetiştirilmesi, mevzubahis müdahalenin sorgulanmayan bir pratiğe dönüşmesine yol açmıştı. Bu hadise seneler boyunca cinsel kimliğin sosyal olarak öğrenildiği tezini doğrulayan bir başarı hikâyesi gibi pazarlanmış, David Reimer ve ayrıca durumdan bir o kadar muzdarip ikiz kardeşinin intiharlarıyla meselenin hiç de iddia edildiği gibi olmadığı ortaya çıkmıştı.
John Money’nin izinden yürümeye devam eden tüm dünyadaki tıp kurumlarını ve sözkonusu vahşi müdahaleye müsaade eden ebeveynleri kim durduracak?
Savaş çocuğu
Ya babanız Vietnam’a saldıran ABD ordusunun askeriyken annenizi hamile bırakıp memleketine döndüyse nasıl bir aile tasavvuru içinde yaşarsınız?
Child of dust adlı 2025 Polonya, Vietnam, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Katar ortak yapımı 93 dakikalık belgesel de dünya prömiyerini Selanik’te gerçekleştirdi. Yönetmen WeronikaMliczewska’ya festivalin uluslararası yarışmasında Özel Mansiyon payesini kazandıran fazlasıyla duygusal film, ana karakter Sang NgôThanh’ın hassasiyeti yüzünden de gözyaşlarına boğulmanıza sebep olabilir.
Sahipsiz kalıp yetimhanelerde büyümüş çocukların arşiv görüntüleri filmin başına ve sonuna damgasını vuruyor. Büyüdüklerinde de “savaş artığı” muamelesi görüp aşağılandıklarını, ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve hayatta muvaffak olma şansına pek sahip olmadıklarını görüyoruz.
Melezlik onların adeta laneti haline dönüşüyor.
Her şeye rağmen kahramanımız evlenip çocuk, hatta torun sahibi olmayı başarmış 55 yaşındaki bir yetişkin. Fakat babasız büyüdüğü için kız evladına yeterince babalık yapamamış olması, kızının uyuşturucu müptelası olmasına yol açan esas unsur olarak seyirciye hissettiriliyor.
DNA analiziyle ABD’de babasına ulaşınca eksikliğini daima çektiklerine kavuşacağını umuyor; fakat baba bir ana ayrı, iki erkek kardeşinin ve bizzat babasının soğukluğu, onu evlerine davet etmemeleri ve kendi kültüründen epeyce farklı hususiyetleri yüzünden sukutuhayale uğruyor. Sang Ngô Thanh ABD’ye yerleşip yerleşmemek arasında tereddüt ederken kızına ve torununa daha parlak bir istikbal sağlamak üzere kalmaya karar veriyor; bunda da aile içinde garip bulunan ve fazla insancıl olduğu için kendisinden o ana kadar uzak tutulan üvey kız kardeşinin payı yüksek oluyor.
Geleneksel manada tüm aileyi ne olursa olsun sırtımızda taşımamızın ne kadar gereksiz olduğu bir kez daha hatırlatılırken mevzubahis kurumda bize yakın olanlarının yeterli olduğu da bir kez daha teyit edilmiş oluyor.