Tarımsal faaliyetlerdeki aksama, tedarik zincirlerindeki kırılmalar, uluslararası gıda ve yem ticaretinde yaşanacak daralmalar az veya çok her ülkeyi etkileyecek bir gıda krizine yol açacaktır.
SARS-CoV-2 ya da daha yaygın adlandırma ile korona virüsünün yol açtığı salgın nedeniyle herkesin evinde kalması gereği dile getiriliyor; medyadan sürekli “evde kal” çağrıları yapılıyor ama çalışmak zorunda olan insanlar ile işsiz ve güvencesiz insanların ne yapacaklarına dair bir şey duymuyoruz. Örneğin yıl boyunca kentten kente göç edip duran mevsimlik tarım işçilerinin durumu nedir bilmiyoruz.
Nisan ayı yaz mevsiminde tüketilen gıdaların ekim dikim ayı, ama çiftçiler, tarım işçileri ve sayıları bir milyon civarında olan mevsimlik-gezici tarım işçileri mevcut salgından ne ölçüde etkilendi bilmiyoruz.
Bu insanlar hangi koruyucu önlemler altında işlerini yapıyorlar ya da işlerini yapmaya devam edebiliyorlar mı onu da bilmiyoruz. Bu meselelerden sorumlu Tarım ve Orman Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı gibi kurumlardan tatminkâr bir açıklama duymaksa olanaksız.
Salgının kısa sürede kontrol altına alınamayacağına dair emareler giderek çoğalıyor.
SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgının iki yıl hatta daha uzun sürebileceğine dair çeşitli görüşler var.
Elbette şu an için öncelik sağlık hizmetlerinin aksamadan verilebilmesinde. Dolayısıyla salgın süresince sağlık kuruluşlarının iş yükünü azaltmak, yoğun bakım ihtiyacı duyan insanların sayısında anormal bir artışa neden olmamak çok önem taşıyor. Dolayısıyla izolasyon ve karantinaya yönelik önlemlerinin daha da yaygınlaştırılması ve bir süre daha sürdürülmesi gerektiği çok açık.
Ama üzerinde düşünülmesi gereken başka konular da var.
Salgın ne kadar sürecek?
Salgın ne kadar sürecek kesin olarak bilmek olanaksız olsa da uzun sürebileceği varsayımıyla salgının zamanla başka hangi krizlere yol açabileceği ve bu krizlere engel olabilmek ya da zararını azaltabilmek için nasıl bir hazırlık yapılabileceği sorularına yanıtlar aramalıyız.
Korona virüsü öylesine bulaşıcı ki bir ilaç ya da aşı geliştirilemezse bulaşma zincirinin kırılamayacağını ve salgının önümüzdeki birkaç yıl boyunca etkili olabileceğini tahmin ediyorum.
Yapılan bazı açıklamalarda da salgının bir yıl ile üç yıl arasında bir süre boyunca etkili olabileceği belirtilmişti.
Ancak elde mevcut bilgiler çok az olduğu için yapılan tahminlerde yanılma olasılığının çok yüksek olduğunu da belirtmeliyim. Bu belirsizliğe rağmen olası bir krize ya da krizlere şimdiden hazırlık yapmak, yani ihtiyatlı olmak akıllıcadır. Örneğin salgın uzun sürerse bir gıda krizine girilmesinin çok olası olduğunu düşünüyorum.
Tarımsal faaliyetlerdeki aksama, tedarik zincirlerindeki kırılmalar, uluslararası gıda ve yem ticaretinde yaşanacak daralmalar az veya çok her ülkeyi etkileyecek bir gıda krizine yol açacaktır.
Bir gıda krizini önlemek için ne gibi hazırlıklar yapabiliriz sorusunun kapsamı çok geniş. Dolayısıyla bu konu çeşitli açılardan ele alınmayı ve kolektif bir çalışmayı gerektiriyor. Bu yazıda meseleye biraz açıklık getirmeye çalışıp, üzerinde düşünülmeye elverişli bazı çözüm önerilerini dillendireceğim.
Neler yapabiliriz?
Buğday ve baklagil ürünleri (nohut, mercimek ve kuru fasulye) gibi toplum beslenmesinde kritik önemi olan gıda maddelerinin üretim miktarını artırmaya yönelik teşvik edici, destekleyici uygulamaların hızla yürürlüğe konması gerekiyor.
1990 yılı ile 2018 yılları arasında buğday ekim dikimi yapılan alan yaklaşık yüzde 20 oranında azalarak 94 milyon dekardan 76 milyon dekara düştü.
Baklagil üretim alalarındaki düşüş ise daha çarpıcı. 1990 yılında yaklaşık 20 milyon dekar olan baklagil ekim alanı 2016 yılında yüzde 65 oranında azalarak 7 milyon dekara düşmüş.
Dolayısıyla gerek buğday ve gerekse baklagil üretimine ayrılabilecek fazlasıyla arazi mevcut. Tarımı özellikle de aile çiftçiliğini yeniden canlandırmaya yönelik bir teşvik paketi hazırlanabilir. Böyle bir paket olası gıda krizine bir hazırlığın ötesinde zaman içinde toplumsal olarak başka faydalar da sağlayabilir.
Tahıl ve baklagil üretimini arttırma gereği olası bir hayvancılık krizi için de çözüm olabilir.
Türkiye’deki büyükbaş hayvanların yaklaşık yüzde 80’i kültür ırkı olarak nitelenen hayvanlardan oluşuyor. Ancak Türkiye’nin otlak ve meralarındaki otların boyları koyun yetiştiriciliğine uygun olduğu için kültür ırkı hayvanları meraya çıkararak beslemek işe yaramıyor; bu hayvanları suni yem ile beslemek gerekiyor. Suni yem ile besleme için her yıl parasal karşılığı yaklaşık 2,5-3 milyar dolar civarında olan GDO’lu soya ve mısır ithal etmek zorunluluğu var.
Önümüzdeki süreçte bu ithalat yapılabilecek mi ya da ne oranda yapılabilecek belirsiz. Eğer soya ve mısır ithalatında bir sorun yaşanırsa hayvan besiciliğinin ciddi bir krize girmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda et üretimindeki düşmeler ya da aşırı fiyat dalgalanmaları karşısında tahıllar ve baklagillerden müteşekkil bir bitkisel protein stoku gıda güvencesi açısından bir teminat oluşturacaktır.
SARS-CoV-2 virüsü ile ilgili akademik çalışmalarda gıda güvenliği açısından da dikkate alınması gereken bazı yeni bulgular var.
Örneğin virüsün yol açtığı COVID-19 hastalığına yakalanan kişilerin bir kısmında ishal görülüyor. İshal ya da dışkılama yolu ile vücuttan yoğun bir virüs atılması söz konusu. Korona virüsünün atık sularda ne kadar süre ile aktif bir patojen olarak kalabileceğini, içilebilir su varlıklarına ve gıdalara bulaşıp bulaşmayacağını henüz tam olarak bilmiyoruz.
Ama ihtiyat ilkesini dikkate alarak bazı ön değerlendirmeler yapabiliriz.
Atılan virüs atık su sistemine dâhil olacaktır. Öncelikle konutlardaki ve iş yerlerindeki özellikle de gıda üretimi yapan işyerlerindeki sıhhi tesisatın sağlam bir şekilde iş görmesi olası bulaşmaları engellemek açısından önemli. Atık su sisteminden de bir fekal-oral bulaşma riski söz konusu olabilir. Ancak SARS-CoV-2 virüsünün atık sularda ne kadar süre ile aktif bir patojen olarak kalabileceği, içilebilir su varlıklarına ve gıdalara bulaşıp bulaşmayacağı, bir bulaşma söz konusu olduğunda ise ne ölçüde bir hastalık riski oluşturacağı gibi soruların yanıtlarını henüz tam olarak bilmiyoruz. Yani bu konunun detaylı bir şekilde araştırılması gerekiyor. Ama ihtiyatlı davranmak ve özellikle içme sularının mikrobiyolojik kalitesini sağlamak için yapılan çalışmaları çok daha dikkatle yapmakta yarar var.
Her hâlükârda uzun sürecek bir salgının yol açabileceği gıda güvenliği sorunlarının gıda krizini daha da derinleştirmesi kuvvetle muhtemeldir.
Bu bağlamda olası bir gıda krizinin üzerinde çalışılması, tartışılması gereken çeşitli yönleri olduğu söylenebilir.
Kolektif çalışma şart ama bu mümkün mü?
Böyle bir çalışmanın ya da tartışmanın konunun taraflarınca kolektif nitelik taşıyan bir yaklaşım içinde yapılması gereği çok açıktır. Mesele sadece Sağlık Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı’nı değil çok sayıda örgütü ilgilendiriyor. Örneğin gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili çiftçi örgütleri, Ziraat Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası ve Tabipler Odası başta olmak üzere ilgili meslek odaları, tarım sendikaları ve çeşitli sivil toplum örgütleri ilk anda aklıma gelenler.
Böyle bir gereklilikten sorumluluk sahibi herhangi bir kurumun ya da örgütün kaçabileceğini de sanmıyorum; ancak içinde olduğumuz siyasal iklimde böyle bir kolektif çalışma ne kadar mümkün onu da bilemiyorum.
İşbaşındaki siyasal iktidarın sorunları teşhis etme, toplumsal refaha öncelik vererek uygun çözümleri oluşturabilme, adaleti ve kamu çıkarlarını koruma konusunda sergilediği içler acısı tutum en önemli engeli oluşturuyor.
SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgın nedeniyle cezaevlerinden doksan bin insanı tahliyesini sağlayan bir infaz düzenlemesi yapıldı önceki gün. Cezaevlerinden tahliyeler başladı. Ama çıkarılan yasal düzenlemede cezaevlerinde haksız, hukuksuz yere tutulan insanların örneğin Osman Kavala’nın, çok sayıda gazeteci, yazar ve siyasetçinin tahliye edilmesini sağlayacak hiçbir hüküm yer almadı. Aksine, çıkarılan yasal düzenlemeye bazı tutukluların cezaevinde kalmasını garanti altına alan ilave hükümler eklenerek mevcut adaletsizlik daha da pekiştirildi.
Türkiye’nin siyasal alanındaki muazzam gerileme korona krizinin başka krizleri tetiklemesindeki temel itici güç ne yazık ki. Gerileme ya da çöküş olarak nitelediğimiz süreçlerin bir sonu ya da dibi de yok. Toplumsal hayat bugünden yarına pat diye değişmiyor; değişmeyecek de.
Değişmeyecek mi? Çabalamanın bir anlamı var mı? Kim bilebilir?
Korona virüsü hayatımızı çepeçevre saran belirsizliğin ne kadar büyük olduğunu hatırlattı bir anda. Neyin, nasıl olacağını öngörebilme gücümüzü büyük ölçüde yitirdik. Ama belki de daha iyi bir hayatı mümkün kılmak için yaptığımız çabalar da birer tomurcuk olarak o yeniden varlığını hatırladığımız belirsizlik âleminin içinde çoğalıp duruyor. Bilemediğimiz, belki de hiç göremeyeceğimiz bir zamanda köklenecek birer tomurcuk olarak orada büyüyor. Kim bilir; kim bilebilir? (BŞ/EKN)
Gıda Mühendisi. Akademisyen. Çevre dostu analiz yöntemleri geliştirilmesi üzerine doktora yaptı. Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli laboratuvarlarda çalıştı. 2009 Yılında öğretim üyesi...
Gıda Mühendisi. Akademisyen. Çevre dostu analiz yöntemleri geliştirilmesi üzerine doktora yaptı. Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli laboratuvarlarda çalıştı. 2009 Yılında öğretim üyesi olarak Akdeniz Üniversitesine geçti. Üniversitede Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nin kurulumu ve faaliyete geçmesi çalışmalarını yürüttü. Gıdalarda ve sularda katkı maddelerinin ve çeşitli toksik kimyasal maddelerin kalıntılarının belirlenmesi üzerine çalışmalar yaptı. Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümünde öğretim üyeliği yaparken 22 Kasım 2016’da çıkarılan 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kamu görevinden çıkarıldı. Türk Toraks Derneği Çevre ve İklim Sorunları Savunuculuk Ödülü, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü, Vefik Kitapçıgil Kamu Hizmeti Ödülü ve Halkevleri ‘Hakikatın Peşinde’ Ödülü’ne layık görüldü. Mutfaktaki Kimyacı, Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler ve Çocuklar ve Gıda Güvenliği adlı üç kitabı bulunuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.