Bahar mevsimindeyiz. Newroz ile yeni bir döneme giriyoruz. Baharın İstanbul’daki simgelerinden Mimoza, kırılgan ama dirençlidir. Baharın gelişini müjdeler, ancak aynı zamanda en sert rüzgârlara dayanır. İşte, toplumsal bilinç ve etik düşünme de tıpkı mimoza gibidir: Duyarlı, esnek ama dirençli.
İnsan, dil ile anlar, dil ile yargılar, dil ile inanır ve dil ile öldürür. Bilincimizi dilimiz örer. Dil, bireysel değil, toplumsaldır. İçine doğduğumuz toplumdan giyiniriz. Bu yüzden, dilin yeniden inşası ve değiştirilmesi kuşaklar alır. Söylemlerimiz, düşüncelerimizi biçimlendirir ve toplumun bakışını, kavrayışını yani kültürü şekillendirir.
Ancak, günümüz dünyasında bu dil sürekli olarak maruz kaldığımız uyarıcılarla şekilleniyor. Süpermarket raflarından, gece ışıklı reklam panolarıyla çevrili caddelere, metro istasyonlarına, internet içeriklerinden evlerimizin buzdolabına, kentteki seslerin bileşkesine kadar her şey, bilincimizin çeşitli katmanlarına saldıran birer mesaj. Bu mesajların nasıl işlendiği, insanın bilişsel yapısını, ilişkilerini ve elbette ekonomi-politiği domine ediyor. Neden, sonuç gibi konumlanıp algımızı tarumar ediyor.
Şimdi sorunumuz açık ve seçik. Ben, felsefeci şapkam ile eğitimci şapkamı yan yana getirip size düet yapmalarını sağlayacağım. İki enstrümanın şefi de bir kişi olarak ben de bu düetin kalbi olmaya çalışacağım. Bir tür trio olarak da düşünebilirsiniz. Sorunun ardından bir dizi hipotez ileri süreceğim. Bunlar, sorunu ve çözüm olarak sunduğum bakışın temelini, çerçevesini oluşturacak. Bunu şunun için anlamlı buluyorum: Aktif vatandaşlığı güçlendiren yaklaşımların, çocukları ve gençleri nefret içeren anlatılara karşı güçlendirmek için özneleşmelerini, aktifleşmelerini önceleyen, odağına bunu alan ve onları pozitif anlamda angaje olmaya davet eder.
Sorunu 10 hipotez üzerinden belirginleştirerek çözüme giden yolu açmaya çalışacağım.
1. Hipotez:
Aşırı uyarılma, türümüzün dikkatini çalmış, gündelik yaşamdaki uyaranlarla, notifikasyonlarla kuşatılmışlık, bir tür "overdose" etkisi yaratmakta. Aşırı uyarılan birey, dikkatini toplayamıyor ve tepkisel (reaksiyoner) bir varlığa dönüşüyor. Anksiyete denizinde boğulurcasına çırpınıyor.
2. Hipotez:
Henüz doğmadan önce tahakküme, emir kipleriyle yönlendirilmeye maruz kalan insan yavrusu, erken yaşta ittati öğrenir. Çocuklukta bakım verenler tarafından eğitilirken, her gün binlerce emir kipiyle komut alır. Bu, itaati öğrenmesine ve sorgulamadan kabullenmesine neden olur.
3. Hipotez:
İnsan, nöronlar arasında kurduğu bağlantılarla (connectom) düşünür. Anlam yaratmak, bağlantılar kurmak demektir. Ancak, yanlış bağlantılar kurulduğunda bilgi de yanlış olur. Yanlış bilgi, yanlış kararların temelini oluşturur. Bunlar da geniş anlamda etik, sosyal, ekolojik sorunlara neden olur.
4. Hipotez:
İtaat ve tahakküm, zihinsel anlamda kastrasyon yaratır. Bu da düşünme melekelerini zayıflatır. Özgürlük, güçlendirir.
5. Hipotez:
Zihnin bilgi işleme kapasitesi zayıfladıkça insan, kompleks yapıları kavramakta güçlük çeker bu nedenle basitleştirilmiş ve redüktif yani indirgemeci mantıkla düşünmeye başlar. Olup bitenleri komplo teorileri ile ya da bir ilahi güçle açıklamak eğilimindedir. Oysa Greklerin dediği gibi sonsuzluk her yerdedir.
6. Hipotez:
İçine doğduğumuz kültür; davranışlar, semboller ve dil aracılığıyla düşünce yapılarını nöroplastisite haline gelen connectomlar ile aktarır. Bunlar, bir bakıma birer prangadır tıpkı Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi. Birey, kolektif bilinç olmadan bunu aşamaz, yani özgürleşemez. Özgürleşmenin yolu, geniş anlamda eğitimden geçer. Oysa insanı bu hale getiren eğitim ise paradoksal bir durum ile karşı karşıyayız demektir.
7. Hipotez:
İnsan türü, evrimleşme sürecinde doğasını bilincinin dışına itmesi nedeniyle her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Nasıl öğrendiğinin önemi yoktur; insan, yaşamak için öğrenir. Tıpkı Aristoteles’in metafizik kitabının ilk cümlesinde söylediği gibi: insanlar, doğaları gereği bilmek isterler. Çünkü insan ancak bilerek hayatta kalabilir. O nedenle öğrenmek, arzulanır çünkü yaşam arzulanır. Kendimizi öldürmek için harici bir nesneye, varlığa ihtiyaç duymamız bundandır. Kendimizi yani canlılığımızı öldürmeye gücümüz yetmez.
8. Hipotez:
Öğrenme, teori, yapma ve yanlışın düzeltilmesi ile oluyor. Burada %65 ile en büyük pay, yanlışın düzeltilmesi. Bu da iki yol ile olur: ilki, eylemsel yani deneyim. bilgiyi yanlışlayan bir örnekle yüzleşmek. Mesela Kürtler, 1938-1939 döneminde Dersim katliamının ardından Türkiye’nin çeşitli yerlerine sürülürler. “Bunlar, insan yer” diye kara propagandaya maruz kalan biri, güvenli bir ortamda Kürt orijinli biriyle karşılaştığında bilginin yanlışlığını görür. İkincisi, bunun böyle olamayacağını, bilgiyi işleme kapasitesi, bir başka deyişle kavramsal düşünme ile keşfeder.
9. Hipotez:
Yaşam, problem yumağıdır. Problema, Grekçe “yaşamda karşılaşılan güçlük” anlamına gelir. Eğitim, karşılaştığımız problemlere çözüm üretme, üretilen çözümleri de hayata geçirme becerisi kazandırma sürecidir.
10. Hipotez:
Bireyin içine doğduğu bu dünya, bugün, sokağından, piyasasına, okulundan ailesine geniş anlamıyla eğitim kurumu, bireyi “tüketici”ye dönüştürmüştür. Statüko, tüketicinin pasifleştirilmiş, “sınırlandırılmış aktifliğinden” meşruiyetini almaktadır. Onlara hem ideolojilerini hem de ürünlerini satmaktadır. Bireyin bir tür tavuk çiftliğine tıkıldığı günümüz insanının dikkati ile birlikte özgürlüğü, toplumsallığı da çalınmıştır. Deyim yerindeyse günümüz insanı rejimin ya da Zeitgeist’in tutsağıdır. Piyasa ile ittifak halindeki devletler, politikaları ile bu rejimin konsolidasyonu için çalışmaktadırlar.
Her gün maruz kaldığımız binlerce uyarıcıyı bilincimiz nasıl işleyebilir? Johan Galtung, "pozitif barış" kavramı ile toplumların bağışıklık sistemini güçlendirerek çatışmayı önleyebileceğini öne sürer. Peki, bu bağışıklık sistemini nasıl güçlendirebiliriz? Nefret söylemi gibi zehirli akışlardan bilincimizi nasıl koruyabiliriz?
Bu noktada yine bir triodan söz edeceğim: Diyalojik iletişim, eleştirel düşünme ve etik bakış açısı. Önce diyalojik iletişime -ki buna dişil iletişim adını veriyorum- olanak sağlayacak, topluluğun her üyesinin kendi sesiyle yaşamının öznesi olabileceği güvenli bir ortam. Bu da ilişkileri eşitlik ilkesini gözeterek sürdürmekle olanaklı.
İkincisi, eleştirel düşünme. Bilgi olanla olmayanı ayırmak, yer yer uyaran çöplüğe dönüşmüş çevreyi bilincinde süzebilmek becerisi de dediğimiz eleştirel düşünme, bireyin manipülasyona karşı direncini artıran bir tür zihinsel bağışıklık sistemidir.
Etik bir göz, nefret söylemini ve manipülasyonu fark edebilmemizi sağlar. İnsanların etik düşünme becerisi geliştirmesi, toplumdaki adaletsizlikleri ve ötekileştirmeyi fark etmesini sağlar. Mesela hak ile çıkarı ayırabilme, etik bir bakış kazanma, etik sorunları görmeyi sağlar. En basitinden “zarar vermeme” ilkesini bakışına dahil eden birey, etik bir özneye dönüşür: kişileşir.
İkisi teknik biri etik ya da beşeri olan bu üçlüyü birleştiren bir yaklaşımdan söz edeceğim: P4C (Philosophy for Children) çemberleri. Bu üçlü, insanın bilişsel ve ahlaki gelişimi açısından birbirini tamamlar. P4C çemberleri, Sokrates’in kamusal alanda yaptığı gibi eleştirel düşünme ve etik sorgulamayı teşvik eden, bireyin topluluk içinde düşünsel ve ahlaki gelişimini destekleyen bir ortam sunar. P4C’nin 4 C’si (caring, özenli düşünme; critical, eleştirel düşünme; collabrative, işbirliğine dayalı düşünme ve creative, yaratıcı düşünme) tıpkı haklar manzumesi gibidir, her biri bir araya gelerek birbirini var ederler. Bunlar da etik bir özne olan kişiyi.
İnsan, bilen bir özne olarak nesnesini yaratır. İnsan, zihindekini görür. Bunun en marjinal örneği halüsinasyondur. Hapishanede uzun zaman kalan insanlar kendi kendilerine konuşmaya başlarlar çünkü insan beyni, türsel olarak ötekine yani topluluğa ihtiyacı duyar. Bugün çocukları korumak istiyor isek önce okuldan çıkaralım. Etkin özne olacakları topluluklarla bir hikayenin parçası olabilsinler. Toplulukla dayanışarak bir hayatı paylaşmayı deneyimlesinler.
Bugün mazi ile kıyaslanamayacak denli hızlı biçimde sokağa egemen olan nefret söylemi var. Bu da sokağın bilincine dönüşüyor. Regülasyon, varoluş nedeni kar maksimizasyonu olan kurumlardan beklenemez. Devletlerin hukuku hantal. Meta, X gibi platformlar ise özleri gereği bir regülatör olamazlar. Bu durumda elimizde tek çözüm yolu kalıyor: Toplumsal bağışıklık sistemimizi güçlendirmek. Meta ve X’teki moderasyon yokluğu ya da keyfiyeti bir olgu; bu durumda bizler, bu sorunla mücadele aracı olarak Susan Benesch’ın deyimi ile “kolektif moderasyon” yapabiliriz. Belki de ihtiyaç duyduğunuz anahtar, kolektif kavramıdır.
Yılan yağı satıcıları her zaman olacaktır. Serbest piyasanın “görünmez eli” iş başında. Yasalar ile dil kesilemez. Bu, deyim yerindeyse ilkeleştirilemez. Hayat, yaşanmaktan çıkar. Alternatif altkültürler, kendi platformlarında yeni diller geliştiriyor. Hayat, bitimsiz bir üretim içinde. Bir yandan diyalektik de işliyor. İnsan, toplumsallığı gözeterek özneleşeceği ortamlar ile güçlendirilebilir. Galtung’dan devşirdiğim pozitif barışı, bağışıklık, P4C çemberleri ile tesis edilebilir inancındayım.
Pari ve daha pek çok girişim, böylesi tarihsel bir sorunla mücadeleyi elbette tek başına sağlayaz. Teknolojiden yararlanalım. Ama nihai amaç gözden kaçmamalı. Bu kararları veren tek tek insanlar, yani bizleriz. Nesneleştirilen insanların rıza imalatı ile meşruiyet sağlanamaz. Günümüz demokraslerinin en büyük yanılgılarından birinin bu olduğu kanaatindeyim.
Ama insan duyguları ile reaksiyon gösteriyor. retoriğin alımlanmasını sağlayan en büyük değişken duygular yani pathos. Yılan yağı satıcıları, insanların duygularını kaşıyarak onları manipüle etmeye devam edecekler. Çünkü pazar vaizleri her zaman iş başındadır. O halde biz ne yapabiliriz. Eğitim adını verdiğimiz kuruma format atabilir, çocukların temel yaşam beceri setine etik ve eleştirel düşünmeyi dahil edebiliriz. Onlara türümüzün homo ecomomicus değil homo socialis olduğunu ısrarla, bıkmadan, usanmadan anlatabiliriz.
İnsanlar, duygularıyla reaksiyon gösterirler. Bu, tarih boyunca manipülasyonun temel araçlarından biri olagelmiştir. Komplo teorileri ve nefret söylemi, bireylerin duygularını kaşıyarak onları manipüle etmeye devam edecektir. Ancak, eğitim anlayışımızı eleştirel düşünme ve etik bakış açısıyla güçlendirirsek, bireyleri bu manipülasyonlara karşı dirençli hale getirebiliriz.
Nereye gidersek İstanbul'a gelmiş oluruz? Kavramlarin belirgin sınırları yoktur. Sınırların flulaştığı yerleri, ince bir göz ile görebiliriz. Bu da kavram işçiliğinden geçiyor. İşte P4C atölyeleri, Sokratik ya da felsefe soruları ile işte bu ince kavram işçiliğinin yapıldığı bir tür toplum simülasyonu olan kamusal bir alandır. İhtiyaç duyduğumuz topluluk da burada hayat bulur. Kişi, topluluğun bir öznesine dönüştüğü ölçüde kişileşir, etik bir varlığa dönüşür.
Bahar ayındayız. Doğa, kendini yeniliyor. Hayata güvenmek gerek. Kitlelerin bilgeliği, karşılaştığımız güçlüklerin üzerinden gelme becerisi de geliştirecektir. Yeterki bilincimizin kolektif olduğunu unutmayalım. Ve umut edelim çünkü umut, en büyük talihtir.
(MVB/EMK)