ÖLÜYE SAYGI VE ADALET PANELLERİ II/ ALİ FUAT HATİPOĞLU
Mezarları tarumar etmek hafızaya saldırıdır
Ve üzülerek ifade etmek istiyorum ki cenazelerin defnine izin verilmemesi mezarların tahrip edilmesi ve ölülere işkencenin yapılması Müslümanların içerisinde başlamış bir şeydir.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi "Ölüye Saygı ve Adalet Panelleri II" kapsamında “Farklı İnançlar, Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor” paneli, 8 Mayıs 2021'de gerçekleştirdi. Bu dosyada ikinci paneli kayıt çözümlerinden yayımlıyoruz. Kayıttan da dinlemek mümkün. Panelin kolaylaştırıcılığını Hüda Kaya yaptı.
Gerçekten böyle bir panele ihtiyacın duyduğunu düşünüyorum. Zira bu İslam’ın, Müslümanın, gayrimüslimin ya da Sünni’nin, Alevi'nin, Êzidî'nin, Süryani’nin meselesi değil. Bu bir insanlık meselesi ve insanlık problemidir.
Ve üzülerek ifade etmek istiyorum ki cenazelerin defnine izin verilmemesi, mezarların tahrip edilmesi ve ölülere işkence yapılması Müslümanların içerisinde başlamış bir şeydir. Malumunuz burada diğer ilahiyatçı hocalarımız da vardır. Hz. Osman öldüğünde 86 yaşındaydı, o zamanki asiler Hz. Osman’ın cenazesini defnedilmesine izin vermiyorlardı.
Hatta yıkanmak için musalla taşına konduğunda o asilerden biri, kendini Osman’ın üzerine atıyor ve bir tane kaburgasını da kırıyor ve diyor ki “Sen benim bir akrabamı hapse attırdın ve ömür boyunca da hapisten çıkartmadın”. Onun intikamını alıyor.
3. halife
İslam’ın üçüncü halifesi olarak görev yapmış ve isyancılar tarafından cenazesini defnedilmesine izin verilmiyor. Cenazesi akşam ile yatsı arasında defnedilmek zorunda kalıyor ve sayılı kişilerle defnediliyor.
Bu yaşadığımız olayların birebir aynısı şu anda yaşanıyor. Cenaze merasimlerine sınırlı sayıda insanlar katılabiliyor, herkes katılamıyor. O zaman, o dönemin Hz. Osman’a karşı olanları dediler ki “Osman’ı Müslüman mezarlığında defnetmeyin. Yahudi mezarlığına defnedin”.
Yani cenazeleri dahi inançla bağdaştırdılar oysa ki Cenabı Allah Kuran-ı Kerim’de diyor ki, “Ben, insanoğlunu şerefli kıldım. İnsanoğlunu kıymetli yarattım”.
Kıymet insana
Burada Allahuteala’nın verdiği kıymet insanadır. İnsanoğlunun inancına değildir. Bir önceki konuşmacımız Hacı arkadaş Êzidîydi. Bir şey çok dikkatimi çekti: “İnsanlar topraktan gelir, toprağa gider ve ruhları ölmez.”
Bu aynı zamanda Kuran-ı Kerim’in de bir ayetidir: “Topraktan geldiniz toprağa iade olacaksınız.”
Şimdi gerçekten yaşan olaylar o kadar acı, o kadar elem verici ki özellikle bizlerin bunları Müslümanlar içerisinde görmemiz yüreğimizi daha fazla dağlıyor.
İslam meselesi
Bu bir İslam meselesi, din meselesi ya da inanç meselesi değil, bu insanlık meselesidir. Siz konuşmanızın başında Hind’den bahsettiniz. Hind, Hz. Hamza’nın cenazesinin bütünlüğü, yani cesedinin bütünlüğünü bozan ilk kadın, ilk insan olarak belki de tarihe geçti.
Ama Hz. Osman’ın cenazesinin defnedilmesini izin vermeyenlerin de o Hind’in devamı olduklarını, Emevi Devleti’nin kurulmasına sebep olanların olduğunu da unutmamak lazım.
Emevi devletinin kurucusu, Hz. Osman’dan sonra hatta Hz. Ali ile savaşa giren Hz. Ali’ye ihanet eden o Emevi devletinin başına geçen Muaviye’nin de o Hind’in oğlu olduğunu unutmayalım.
Muaviye Hind’in oğludur, Ebu Sufyan'ın oğludur. Hind Ebu Sufyan'ın karısıdır. Muaviye o kadının oğludur. Yani tıbbi olarak da insanlar genetiklerini annelerinden aldığı için, peygamber efendimize inen dini tamamen ortadan kaldırıp barbarların işte kendi menfaat ve çıkarlarını koruyucusu olan bir dini ortaya koydular.
O din günümüze kadar geldi.
Mezarlık hafızadır
Mezarlıkların tahrip edilmesi meselesine gelince mezarlıklar insanların tarihleridir. Mezarlıklar insanlığın hafızasıdır. Ermeni mezarlığı Ermeni’nin hafızasıdır, Kürdün mezarlığı Kürdün hafızasıdır, Êzidîninki Êzidînin hafızası, Türklerinki Türklerin hafızasıdır.
Ancak peygamber efendimiz (S.A.S) bir hadisi şerifinde diyor ki “Bir ölünün kemiğini kırmak onun diriyken kemiğini kırmakla eş değerdir”.
Öte yandan yine peygamber efendimizin bir hadisi şerifi vardır, diyor ki: “Kendin için istediğini kardeşin için istemedikçe sen mümin olamazsın”.
Osmanlıca
Bunu biz anlatırken bazı maddi fenomenlerle belki bağdaştırıyoruz ama öyle değil. Hepimiz hatırlıyoruz ki Osmanlıca şu anda dünyanın hiçbir yerinde konuşulan bir dil değildir. Hatta çoğu insan belki çok yaşlıların bazı kelimelerini anladığı bir dildir.
Oysa ki bu AK Parti hükümetleri döneminde Osmanlıca, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından müfredata seçmeli ders olarak yerleştirildi. Ve seçmeli ders olarak yerleştirilmesindeki gaye de dönemin başbakanı ve bakanların açıkça ifade etti.
Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu “bu nesil kendi atasının mezarındaki yazıları dahi okuyamaz hale gelmiştir” dedi. Bu yüzden Osmanlıcayı müfredata seçmeli ders olarak koydu ve Kuran kurslarında mecburiyetten Osmanlıcayı öğrencilere okuttular. Sebep, mezar taşlarındaki yazıları okuyabilsinler diye.
Gömmesini biliyor
Oysa ki eğer bir mezar insanların tarihi, insanlığın kültürü ve hafızası ise kendisi için öğrencilerinin yetiştirip atalarının mezar taşlarındaki yazıyı okusunlar diye evlat yetiştirmeyi reva gören bir zihniyet sıra Kürde, Êzidî'ye, Ermeni’ye geldiğinde onlara bu hakkı haram görmekte, onlara bu hakkı vermemektedir.
Biz defalarca şahit olduk. İnsanlar araçların arkasından bedenleri çırılçıplak teşhir edilmiş bir şekilde sokaklarda dolaştırılıyor. Diğerlerinin onları izlemesi için de insanlar tehdit edilerek o bedenin teşhir edilmiş hali insanlara seyrettiriliyordu.
Oysaki Kürt halkı hiçbir zaman bu tür bir şeyi hak etmiş bir halk değildir. Hiçbir inanç bunu hak etmemiştir. Düşman da olsa hani bizde bir söz vardır derler ya “öldürüyorsa da gömmesini biliyor”.
Markar'ın cenazesi
İşte böyle bir kültür böyle bir kültürü de yok etti bu zihniyet. Ve maalesef üzülerek ifade etmek istiyorum ki bu zihniyetin de Müslümanlar zihniyeti olması çok kötü bir şey.
Ben şöyle bir örnek vermek istiyorum. Ben Bingöl Karlıovalıyım. Bizim Bingöl Karlıova’da Markar isminde bir Ermeni vardı. Demirciydi, insanlara kazma, kürek, balta yapardı. Markar vefat ettiğinde cenazesini Karlıova mezarlığına defnettiler.
Ertesi sabah gittiler baktılar ki Markar’ın cenazesi dimdik duruyor. Çıkarmışlar dikine koymuşlar!
Nedir? Ermeni’dir diye bunu yaptıranlar! Kimler peki yaptı? O gün kendini Müslüman zannedenler, yani insanlıktan uzaklaşmış kendini Müslümanlığa yakın zanneden kişilerdi.
Ve nitekim baskılar neticesinde Markar'ın cenazesi Karlıova mezarlığının yan tarafına defnedildi. Bu sefer de böyle bir şey yaptılar orada geçen insanlar hani mezarların yanında geçerken bizim kültürümüzde bir dua etmek vardır. Orada diyorlardı ki “Ruhları için el Fatiha, Markar hariç.”
Varto'da
Yani böyle bir kültürü insanlığa yaşatan bu Muaviye’nin getirdiği Emevi devletinin getirdiği İslamiyet’tir.
Biz defalarca bunlara şahit olduk. Mesela insanların cenazesi, ben Varto’da bir şehitliğe gittim. Yanından geçtim. Tarumar olmuş bombalarla, silahlarla, tarumar etmişler. Mezar taşlarındaki tek yazı okunmuyor.
İşte bizim bu hafızamızı yok etmeye çalışıyorlar. Bu hafızamızın yok edilmemesi için de elimizden gelen gayreti göstermek durumundayız. Arkadaşları saygı ile hürmetle selamlıyorum.
Soru-cevap
2015'te birebir şahit olduğum bir olaydı. Siirt’te bedeni fazla tahrip edilmiş bir gerillanın cenazesini şahitlik olmaması açısından bizim nenelerimize yıkatmadılar. Kimsesizler mezarlığına gömülme ve aileye teslim edilmeme söz konusu. Yıkama, gömülme, dua okuma aşamaları resmi prosedürde devlet tarafından nasıl yürütülüyor, bilginiz var mı?
Devletin ne yapmaya karar verdiği hiç önemli değildir. Önemli olan vicdanlı insanların yönetimde olmasıdır. 90’lı yıllarda Karlıova’da Anavatan Partisi’nden belediye başkanı vardı. Oranın askerleri, gerilla cenazelerine yıkanmaksızın defnetmeye çalışırken belediye başkanı müdahale etti.
"Ya bunların defin işlemini bana yüklemeyeceksiniz ya da bana emanet ettiğiniz takdirde biz bunları İslami usullere göre yıkamasını her şeyini yaparak gömeriz" dedi. Bu şekilde bir siyasetçi karşı çıktı ve o günden sonra Karlıova’da ne kadar gerilla cenazesi geldiyse gömüldü.
Mesela şöyle bir cevap olabilir: Milliyetçi Hareket Partisi'ne (MHP) Mehmet Gül şöyle demiş: Vefat etmiş biri, ne olursa olsun, kim olursa olsun öldükten sonra ona sahip çıkmak bizim boynumuzun borcudur. Bugün MHP ile AKP, Mehmet Gül’ün söylediklerine saygı gösterirse bu cenazeleri böyle bu şekille teşhir etmez, gömülme haklarını elinden almaz.
Allahuteala’nın insanın rengine, ırkına, dinine, boyuna, posuna bakmadan insana verdiği dört önemli hak vardır: Gömülme, yaşama, ölme ve gömülme hakkı.
Bir de rengine, boyuna, posuna, cinsiyetine, ırkına bakmaksızın iki şey vermiş: Bir damarlarına yerleştirdiği kan, bir de gözlerinden akıttığı yaş.
Gözyaşı kimden akarsa gözyaşının rengi berraktır, saygındır. Kimseyi ağlatmamak gerekir. Kan kimin damarından akacaksa aksın o kan kandır, kırmızıdır, kanın akmaması için elimizden yapmak lazım.
Anadolu’da bir deyim var: “Kan kanla yıkanmaz, kan su ile yıkanır.”
Öfke öfkeyle karşılanmaz öfke sağduyuyla karşılanır, sağduyuyla da bertaraf edilir. (AFH/APK/KU)
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi/ Ölüye Saygı ve Adalet Panelleri II
Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor
* 8 Mayıs 2021'de webinar olarak gerçekleşen “Farklı İnançlar, Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor” paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, İnisiyatif Sekreteryası üyesi Lokman Sazan yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: oluyesaygiveadalet@gmail.com
Mele, Din Alimleri Derneği (DİAY-DER) üyesi. 3 Temmuz 2021’de DİAY-DER üyesi 26 meleyle birlikte gözaltına alındı ve 9 Temmuz 2021’de DİAY-DER üyesi 11 meleyle birlikte...
Mele, Din Alimleri Derneği (DİAY-DER) üyesi. 3 Temmuz 2021’de DİAY-DER üyesi 26 meleyle birlikte gözaltına alındı ve 9 Temmuz 2021’de DİAY-DER üyesi 11 meleyle birlikte tutuklandı. Halen cezaevinde. Din alimlerinin tutuklanmasının nedenleri arasında ‘Kürtçe hutbe okumak’ ve ‘inanç faaliyetlerini Kürtçe gerçekleştirmek’ gerekçeleri de yer aldı.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.