Yaşam Hakkı ihlali soruşturmaları yasaları ihlal ediyor
Hukuk mücadelesi verdiğimiz halde birçok noktada sadece AİHM’den ihlal alma gibi sonuç aldığımız yerlere vardık. Bu noktada bizim de daha fazla mücadele yöntemleri geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan'da başlayan panellerin beşincisi "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" idi.
"Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli 18 Aralık 2021'de gerçekleşti. İnsan Hakları Derneği Genel Başkan Yardımcısı avukat Eren Keskin'in moderetörlüğündeki programa Adnan Orhan, avukat Rengin Ergül ve Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Aslında Adnan arkadaşımızın (Orhan) aktarımından sonra doğrudan hukuku bir zemine sıçramak çok kolay olmayacak ama bana anımsattığı bir şey oldu. Kürtlerin cenazelerine yapılanın nasıl değişmediğini ben biraz daha geçmişe giderek anlatayım.
İstisna rejimleri
Doğduğum köyde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde isyandan kurtulan erkekleri bir gecede öldürüyorlar ve hepsini birlikte gömüyorlar. Köyde neredeyse geriye kalan sadece kadınlar ve çocuklar olduğu için cenazeler beraber gömülüyor. Herkesin tek tek mezarlığı yok.
Müslüman ritüellere göre yaşayan bir köyde bu durum insanların uykularına giriyor. Bazı kadınlar imamın “mezarı açamazsınız” itirazlarına rağmen akrabalarının mezarlarını açıp ayrı ayrı mezarlar yapıyorlar.
Aslında Cumhuriyet’ten bu yana Kürtlerin hem ölülerine, hem yaşayanlarına, cezaevlerinden özgür olanlara kadar Türkiye’de Kürtlere dönük istisna rejiminin nasıl uygulandığını, hiçbir temel hakkın gözetilmediğini, bunu yeri geldiğinde OHAL rejimi yeri geldiğinde başka rejimlerle açıkladıklarını ama Kürtlere dönük bu politikanın neredeyse hiçbir dönem değişmediğini görüyoruz.
Hukuki çerçeveden devam edecek olursam, bizim cenazelerimizle alakalı bir ölüm yaşandığında, ya da bir yaşam hakkı ihlali yaşandığında bununla ilgili Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletler'in (BM) ortaya koyduğu bir Minnesota protokolü, yani Birleşmiş Milletler Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesine ve Soruşturulmasına İlişkin El Kılavuzu var.
Burada hem bir silahlı çatışma halinde hem devletin askeri operasyonları sırasında kamu ajanlarının dâhil olduğu ya da şüpheli her ölüm olgusunda, zorunlu ilkeleri barındırdığı gibi aynı zamanda bir modern otopsiyi de içeren bir protokol. Zaten bu konuda, otopsi ve Adli Tıp'ın bunu nasıl uyguladığıyla ilgili daha detaylı bir bilgiyi Ümit hoca (Biçer) iletecektir.
Pratik nasıl?
Konuyu hukuk çerçevesinde bu protokole ne kadar uyulduğunu ne kadar uyulmadığını, Adli Tıp kadar aynı zamanda savcılıkların da rolünü ele alan bir yerden değerlendirmemiz gerekiyor. Soruşturma ve kovuşturmada savcılıkların da rolünü ele alan bir yerden değerlendirme yapmak gerekiyor.
Ama bundan önce Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin defalarca aldığı kararlar var. Etkin ve bağımsız bir soruşturmanın Minnesota Otopsi Protokolü'ne uymak suretiyle yapılması gerektiği ve BM’nin parçası olan bütün devletlerin buna uymakla yükümlü olduğuna ilişkin BM organlarınca alınan sayısız karar bulunuyor.
Ve yine çok yakından bildiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden alınan kararlar var. Tanlı&Türkiye kararı, Kaya&Türkiye ile Salman ve Buldan kararları...
Bütün bunlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi şunu özellikle vurguluyor: Uluslararası nitelikte kabul edilen ve uygulanılan Minnesota model otopsiye dayanmadan ve yine bütüncül olarak ölümü çevreleyen nedenlerin analizinden yoksun bir soruşturma yürütülmesinin, etkin ve bağımsız bir soruşturma yürütülmemesinin yaşam hakkının ihlali olduğu AİHM kararlarında yer alıyor.
Avukatların rolü
Peki, Minnesota otopsi protokolü burada, yani avukatların rolü açısından neyi söylüyor? Bağımsız soruşturma komisyonunu tarif ediyor. Protokol bağımsız soruşturma komisyonunda avukat ya da avukatın hazır edeceği bir bağımsız hekimin otopsi esnasında hazır bulunmasını öngörüyor, aynı zamanda her türlü delili sağlama imkânını hem avukata, hem bağımsız hekime, hem de aileye sunuyor.
Hem soruşturma açısından, hem de bir gerçekliğin ortaya çıkması açısından bunu bir komisyon olarak tanımlamış durumda.
Peki, bunu biz niye ısrarla savunuyoruz?
Şüpheli ölüm vakası gerçekleştiğinde devletin onun faili olması ya da bir şekilde ihmalinden dolaylı faili olması gibi bir noktada, devletin rolünü neden bu kadar ortaya koyuyoruz?
Biz daha başka bir yerden de tanımlıyor olabiliriz ama burjuva hukukunda, AİHM kararlarında, Birleşmiş Milletler ilkelerinde bile yani bir devlet için egemen olduğu sahada gerçekleşen bir ihlalden, dolayısıyla o devletin yetki alanı içinde gerçekleşen bir ihlalden o devletin kendisi sorumludur. Dolayısıyla o sözleşmeye taraf olan devletin kendisi sorumludur.
Bunun bu kadar önemli olmasının en büyük sebebi yani bunu bu kadar dayatıyor olmamızın en büyük sebebi bunun cezaevi için de geçerli olmasıdır.
İstanbul protokolü
Cezaevinde bir ölüm gerçekleştiğinde, devletin egemenlik sahasında gerçekleştiği için bu ölümü aydınlatmakla yükümlü olan devletin kendisidir. O cinayetin faili olmadığını aslında ortaya koymak zorunda olan da devletin kendisidir.
Bu İstanbul Protokolü bakımından da işkence için de geçerlidir aslında. Yani siz bir işkence iddiası ortaya attığınızda o devletin egemenlik sahasında gerçekleşmiş bir eylemi ortaya koyuyorsanız, onun aslında aksini ispat etme yükümlülüğü devletin kendisindedir.
Dolayısıyla devletin bu protokole uygun olarak otopsi yürütmesi ve yine adli tıp kurumunun bu model otopsiye uyması, savcılıkların otopsi işlemleri sırasında avukatın ya da avukatın hazır edeceği bağımsız bir doktorun hazır edilmesi konusunda sorumluluğunu yerine getirmesi, tümü bununla alakalı aslında.
Uygulama(ma)
Peki, bunlar Türkiye hukukuna bu bir kazanım olarak ne zaman girdi? Kayıp ailelerinin, 90’lı yıllarda gerçekleşen yargısız infazları araştıranların, İHD’nin ve diğer insan hakları kurumlarının, adli tıp uzmanlarının elbette bu alanda verdiği mücadele sonucu bu kazanım Türk hukukuna da sirayet etti.
Avukatın ya da avukat tarafından hazır edilen hekimin de otopside hazır bulunabileceği ceza muhakemesi kanununda da açıkça tanımlanmış durumda.
Bu şu anlama geliyor, HSYK genelgesine göre ve yine bu Adalet Bakanlığının genelgesine göre, bu protokole göre davranmayan hâkim ve savcıların disiplin soruşturmasına konu olabileceği, bir disiplin sorumluluğunun olduğu ve bu konuda soruşturmaya açık olduğu çok açık bir şekilde ortada.
Yakın zamanda Garibe Gezer’in otopsisi ailesine ve avukatlarına bu haklar verilmeden yapıldı. Yine sokağa çıkma yasağı döneminde biz neredeyse bütün otopsileri, haberdar olduğumuz bütün otopsilere, avukat ya da bağımsız hekimi dâhil etmek adına bir mücadele verdik ama çok azında bu noktada sonuç alabildik. Aslında bu genelgelere göre hâkim ve savcının disiplin yükümlülüğü var ama maalesef yerine getirilmiyor.
Bir de şuna vurgu yapmak gerekiyor, avukatların rolü açısından söylüyorum bunu, CMK’da [Ceza Muhakemeleri Kanunu] buna yer verilmişken, kanun maddelerinin bir de gerekçesi var aslında, hukukçu olmayanlar genelde sadece o kanun maddelerini bilirler ve bu yeterlidir zaten.
Bir de bu kanun maddelerinin aslında gerekçeleri var ve gerekçelerinde çok açık. Şunu da söyleyebiliriz, Türkiye’de bazı kanunlar aslında kâğıt üstünde mükemmel düzenlemeler ama bunların uygulamada göremiyoruz maalesef.
Yani CMK’nın da bazı noktalarda, tabi bunu hepsi için söylemiyoruz. Örneğin Terörle Mücadele Kanunu varken, bütün kanunların bu anlamda çok iyi düzenlendiğini iddia etmiyoruz.
Mesela işkence konusunda da ve bilirkişilik meselesinde de aslında kanunlarda çok açık düzenlemeler var. Bu [otopsi] düzenlemesinde de CMK’nın ilgili maddesinin gerekçesinde de avukat tarafından getirilen hekim de otopside hazır bulunabilir [diyor]. Böylece adil yargılanma hakkı güçlendirilecektir deniyor aslında.
Soruşturmada sağlam delilerin elde edilmesi konusunda bir vurgu yapılarak hem avukatın rolüne hem de bağımsız hekimin rolüne atıf yapılıyor. Peki, düzenlemeler böyleyken uygulamada nasıl? Daha önce de söyledim, bu 2011 genelgesi ve 2015 genelgesi gerçekten ailelerin mücadelesiyledir.
Burada tam olarak mezarlıkların açılması, bu çalışmaların yürütülmesine dair yapılmış düzenlemelerdir. Peki, bu mezarlıklar kaybedilen kişileri ve yargısız infazları açığa çıkarmak için, bu dosyalar yeniden açıldığında bu raporlama çabaları güdüldüğünde ne oldu?
Bu düzenleme ile aslında çok sayıda bilgiye erişme şansı vardı. Ama toplu mezarları yeniden açmak kanıt ve kimlik toplamak ve yine akrabaların ve insan hakları örgütlerinin dâhil edilmesi konusunda maalesef yine eksik kalındı ve bu da devletin denetimi altında yapıldı.
Yani insan hakları örgütlerinin denetimine açılan bir süreç yürütülmedi maalesef. Yine kaybedilen kişilere ve onların akrabalarına ilişkin bilgiler uluslararası standartlara uygun şekilde toplanmadı, güvenilir bir şekilde saklanmadı. Buna dair mesela ne bilgi toplandı, nerededir buna erişemiyoruz.
Bu süreci çok yakından daha yakından takip eden, yani yargısız infazlar ile ilgili süreci çok daha yakından takip eden meslektaşlarım belki ekleme yaparlar. Ama buna dair verilere ne kadar erişebildiğimiz tamamen yine otoriterlerin insafına bırakılmış durunda.
Ve bir de çok önemli bir şey var burada bir zaman aşımı var. Dolayısıyla bu süreçlerin şimdiye kadar sağlıklı bir şekilde yürütülmemesinden kaynaklı, şu an özellikle 90’lı yıllarda kaybedilenlere, yargısız infaz edilenlere dönük olarak bu soruşturmalarda bir zaman aşımı problemi de gelecekte, hatta şu an itibarıyla neredeyse karşımıza çıkmış durumda.
Aziz Yural
Bunun dışında daha yakın tarihe gelecek olursak, sokağa çıkma yasakları döneminde Minnesota otopsi protokolü nasıl uygulandı? Yargısız infazlara ilişkin tespitler ve soruşturmalar nasıl yapıldı? Aslında çok açık hepimizin bildiği bir örnekle başlayayım.
Cizre’de sağlık çalışanı Aziz Yural, çatışmalar esnasında sokakta ayağından yaralanan bir kadına acil müdahale etmek istediğinde keskin nişancılar tarafından kafasından vurularak öldürüldü.
Şimdi Aziz'in otopsi raporunu okuduğumuzda, yine Aziz'in soruşturma sürecini yürüttüğünüzde aslında Adli Tıp Kurumu’nun ortaya koyduğu bu raporda yani hukukçular için sadece Adli Tıp Kurumu değil burada mesele, sadece bu raporla bile bir yargısız infazın gerçekleştiğini ortaya koyabiliyorsunuz.
Çünkü sokağa çıkma yasağı döneminde devletin argümanı bir çatışma ortamı olduğu ve o çatışma ortamı içerisinde ve genelde de zaten iddia ettikleri, militanların çatışma ortamında öldürüldüğüydü.
Oysa bir sağlık çalışanının bir yaralıya müdahalesi esnasında keskin nişancı tarafından kafasından vurulması, bunu ortaya koyan bir raporun varlığıyla çok net bir şeklinde aslında yargısız infazı ve devletin çatışma bölgesinde kendi egemenlik sahasında bir kişinin yaşam hakkını koruma noktasında yükümlülüğünü yerine getirmediğini ve hatta bizzat faili olduğu ortaya koyuyor. Sadece Aziz Yural'ın durumu bile bunu ortaya koyabiliyor ama mesele sadece bu değil.
Maalesef sadece Aziz değil kaybettiğimiz. Sokağa çıkma yasaklarında zaten ilk olarak özellikle Cizre’de bunu yaşadık, diğer yerlerde de yaşadık. Yani kişilerin beden bütünlüğü korunmuş durumda değildi. Tanınabilecek durumda değildi.
Devlet tarafından ya da kamu görevlileri tarafından öldürülen kişilerin bazılarının beden bütünlüğü tam değildi, bazıları tanınamayacak durumdaydı. Dolayısıyla bu durumdaki kişilerin DNA eşleşmesi sayesinde teşhisi mümkündü. Ancak ne DNA eşleşmesiyle alakalı süreç sağlıklı yürütüldü, ne de bu kişilerin otopsileri noktasında sağlıklı süreç yürütüldü.
Sur, Cizre, Nusaybin, İdil, Yüksekova
Otopsileri sırasında yani kimlik teşhisinin mümkün olmadığı bu kişilerin avukatlarından vekâlet istendi. Otopsilerine girmek isteyen avukatlarından vekâlet istendi. Avukatların otopsiye getirmeye çalıştığı bir örneği Silopi’de yaşadık.
O dönem Türkiye İnsan Hakları Vakfı'ndan (TİHV) Önder hoca, Silopi’deki otopsilerin bir kısmına, daha doğrusu ilk gün yapılan otopsilere katıldı, izin verildi, daha sonrasındaki otopsilere girmesine izin verilmedi.
Biz birçok yerde Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, İdil'de, Yüksekova’da yani aslında avukatların bir şekilde iletişime geçtiği ya da iletişimde olduğumuz avukatların hepsinde şunu görüyorduk: Kimliği tespit edilemeyecek insanların avukatlarından yani orada bulunan avukatlardan vekâlet isteniyordu.
Bunu da yapan Cumhuriyet savcılarıydı aslında. Peki, bu DNA eşleşmeleri süreci aileler yönünden nasıl yapıldı? Aileler yönünden bu süreç gerçekten çok uzun süreçlere yayıldı.
Cezaevi, cenazeler
Ve çok acı bir şekilde Türkiye’de yine her şeyi bugün cezaevi meselesinde görüyoruz. Her şeyi kılıfına uydurmak için sürekli yönetmelikler, sürekli yeni yasalar çıkartılıyor. O dönemde hatırlarsanız Ocak ayında, Ocak 2016'da, önce Adli Tıp Kurumu kanunu uygulama yönetmeliği daha sonrada cenaze defin ve nakil işlemleri hakkında yönetmelik çıkarıldı ve cenazelerin gerekli süre beklenmeksizin defnedilmesinin toplu ya da bir şekilde yalnız olarak defnedilmesinin kimsesizler mezarlığına ya da tespit edilen başka bölgede defnedilmesinin önü açıldı.
Bu şekilde cenazeler ailelerden kaçırıldı ya da ne yapıldı Şırnak'ta devlet hastanesinde ya da başka sokağa çıkma yasağının ilan edildiği bölgelerde, devlet hastanelerinde cenazeler tutuldu adli tıp kurumuna sevk edilmedi. Ya da adli tıp otopsinin yapılacağı bir alan yaratılmadı.
O cenazeler günlerce hastane morglarında bekletildi ve biz erişemediğimiz için o dönem çok ciddi senaryolarla karşı karşıya kalabiliyorduk.
Zaten çok açık bir örneğini Cemile'nin cenazesinde yaşadık. Ailenin kendisi cenazeyi muhafaza etmek için evdeki derin dondurucuda muhafaza altına almak zorunda kalmıştı. Bu şekilde devletin kendisi de aslında bunu kendi devlet hastanelerinde yaptı ve bu noktada avukatların ve bağımsız hekimlerin neredeyse hiç bir otopsiye girmesinin imkânı sağlanmadı.
Anayasa Mahkemesi
Bununla beraber o dönem alınan daha doğrusu reddedilen bir takım Anayasa Mahkemesi kararlarına atıfta bulunmak istiyorum. Çünkü şunu ortaya koymak gerekiyor: Evet, şunu konuşuyoruz, kişinin ölümünü, öldükten sonra etkili soruşturma yapılmasını ama bir de kişinin yaşatılma ihtimali varken devletin ne yaptığını ve nasıl bir politika izlediğini ortaya koymak gerekiyor.
O dönem hatırlarsınız hepiniz, avukatlar, sayısız tedbir başvurusunda bulundular anayasa mahkemesine ve bazılarını AİHM'ne de taşıdılar.
Anayasa mahkemesinin çok ilginç bir kararı var Ayhan Şefik, Mehmet Orhan kararı. Anayasa mahkemesi, ailenin burada yaptığı, yakınlarının öldüğü, bir yaşam hakkı ihlali olduğunu ve bu konuda tedbir başvurusu talebinde bulunuyor.
Anayasa Mahkemesi devlet kurumlarıyla yazıştıktan sonra Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır Savcılığı, İçişleri Bakanlığı’yla yazıştıktan sonra aileye ret cevabını şöyle veriyor: yakınlarının öldüğünü kanıtlayamadıkları gerekçesiyle ret kararı veriyor. Ve yetkili makamlarının cenazelere ulaşılması halinde gereğini yapacaklarını da gerekçesinde ekliyor.
Bazen çocuklar bizden daha açık bir zihne sahip oldukları için bir çocuk Türk bayrağının asıldığı yerde ailesine sormuştu. Bu ne? Türkiyeli bir çocuk, Kürdistan’da gerçekleşmiyor bu. Bu ne [diye soruyor] anne babasına? İşte Türkiye bayrağı. Peki, niye Türkiye bayrağı diyor çocuk, soruyor, yani biz Türkiye’de olduğumuzu unutuyor muyuz, niye buraya Türkiye bayrağı asmışlar? diye.
Şimdi Kürdistan’ın her yerini devlet insansızlaştırdı, militanları öldürdü, sivilleri öldürdü, egemenliğini ilan etti. Sanki kendi resmi olarak kendi sınırı değilmiş gibi yeniden egemenliğini ilan ettiği ve her yere bayraklar astığı bir yerde AHİM'in de, BM'nin de şu ilkesini, kararını gözetmek zorunda:
"Burası senin egemenlik sahansa sen buradaki bireylerin yaşam hakkından, işkence görmeme hakkından, özgürlük ve güvenlik hakkından ve diğer temel haklarından sorumlusun. "
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin, yakınına ulaşamadığı için yaşam hakkı noktasına tedbir başvurusunda bulunan birisine yakınlarının öldüğünü kanıtlayamadıkları gibi bir gerekçeyle red kararı vermesi herhangi bir akılla açıklanabilecek bir durum değil. Bırakın mevzuatı, her hangi bir mantık ilişkisi içerisinde açıklanabilecek bir şey değil. Bunu açıklayamıyoruz gerçekten.
Nuriye Acar, İrfan Uysal başvuruları
Yine Nuriye Acar ve İrfan Uysal başvuruları var mesela. Burada da yani Nuriye Acar 20 günlük bebeğinin yanına gidemediği için tedbir başvurusunda bulunuluyor, Anayasa mahkemesi 112 ve 155i aramadığı için reddediyor.
İrfan Uysal bir belediye çalışanı olarak iş başındayken kolluk kuvvetleri tarafından devletin resmi görevlileri tarafından yaralanıyor ve bununla ilgili başvurusunda ise 112 ve 155 aranarak yardım istenebileceği gerekçesiyle başvurusu reddediliyor.
Şimdi 112 ve 155’i aramak ne demek, sokağa çıkma yasakları döneminde aslında kendi egemenlik sahasındaki yaşam hakkını tesis etmediği gibi ve o yaşam hakkının ihlal edilmesi noktasında bizzat fail olan devlete yerini tespit ettirmek ve aslında bir şekilde kendi yaşamını o devletin müdahalesini açmak anlamına geliyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin bugün ya da o gün verdiği kararlarda böyle bir gerekçe ortaya koyması, yani Kürtler açısından kimi kime şikâyet ediyoruz meselesine dönüyor bir noktada.
Bu noktada Minnesota Otopsi Protokolü uygulanmadığı gibi avukatların ve avukatların hazır ettiği temsilcilerin bu otopsilere dâhil edilmediği, soruşturmaların gerçekten etkili bir şekilde yürütülmediği, bizim dâhil edilmediğimiz, ailelerin DNA örneğinin alınması noktasında bile prosedürün gittikçe uzatılması, ailelerin bu süreçte yıpratılması ve cenazelerin bekletilmeden gömülmesi gibi birçok şeyi beraber yaşadık.
Ve maalesef bir hukuk mücadelesi verdiğimiz halde birçok noktada sadece AİHM’den ihlal alma gibi sonuç aldığımız yerlere vardık. Bu noktada bizim de daha fazla mücadele yöntemleri geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. (Lİ/AI/AKP/KU)
18 Aralık 2021'de webinar olarak gerçekleşen “dli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, İnisiyatif'ten Ayhan Işık yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: oluyesaygiveadalet@gmail.com
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.